Vermek nedir ve almak nedir?

Şimdi anlıyorum ki bunları kavramaya daha yeni başlıyorum. Alıcı olmak bana ölüm gibi geliyor ve içimdeki her şey otomatik olarak kırmızı alarm veriyor. İmdat! Varoluş çok büyük görünüyor.

Derdinin ne olduğunu anlayabiliyorum. Hemen hemen herkesin derdi bu. Farkına varman iyi çünkü böylece durumu değiştirmek mümkün olabilir. Talihsiz durumda olanlar aynı soruna sahip olan ama farkında olmadıklarının farkında olmayanlar. Çünkü farkında olmadıkları için dönüşüm olanağı yok.

Sen kendini açığa vurma cesareti gösterdin. Buna çok sevindim. Ben herkesin ne kadar çirkin görünürse görünsün kendini açığa vuracak kadar cesur olmasını istiyorum.

Koşullanmalar çirkin olanı gizlemeye devam etmek ve güzel taklidi yapmak yönünde. Bu da şizofren bir durum yaratıyor: Kendini olmadığın şekilde göstermeye devam ediyorsun ve olduğun şeyi bastırmaya devam ediyorsun. Hayatın sürekli bir iç savaş haline geliyor. Kendinle savaşıyorsun ve kendinle yaptığın her savaş sana zarar verir. Kimse kazanamaz.

Sağ elimle sol elim savaşmaya başlasa birinin kazanması mümkün olur mu? Bazen sağ elimin kazanmış gibi iyi hissetmesine, bazen de durumu değiştirip sol elimin kazanmış gibi iyi hissetmesine izin verebilirim. Ama ikisi de tam kazanmış olamaz çünkü ikisi de benim elim.

Hemen hemen herkes bölünmüş bir kişilik taşıyor. Ve en önemlisi kendini sahte bölümle özdeşleştiriyor ve kendi gerçeğini inkâr ediyor. Bu durumda ruhsal bir varlık olarak büyüme umudun olamaz.

Soru sahibinin söylediklerini anlamak çok önemli. "Vermek nedir?" diye soruyor. Hiç kendine vermenin ne olduğunu sordun mu? Çocuklarına, karına, kız arkadaşına, topluma, Rotary kulübüne, Lions kulübüne zaten çok verdiğini düşünüyorsun; öyle çok veriyorsun ki. Ama aslında vermenin ne olduğunu bilmiyorsun.

Kendini vermiyorsan hiç vermiyorsun demektir.

Para verebilirsin ama sen para değilsin. Kendini vermiyorsan – yani sevgi vermiyorsan – vermenin ne olduğunu da bilmiyorsun.

"...ve almak nedir?" Hemen hemen herkes almanın ne olduğunu bildiğini zanneder. Ama sorunun sahibi sormakta ve kendini açığa vurmakta haklı; almanın ne olduğunu bilmiyor. Tıpkı sevgi vermiyorsan vermenin ne olduğunu bilemeyeceğin gibi, aynı şey almak için de geçerli: Eğer sevgiyi alamıyorsan almanın ne olduğunu bilmiyorsun. Sevilmek istiyorsun ama hiç düşünmedin: Sevgiyi alabilir misin? Onu almana izin vermeyen öyle çok engel var ki.

Birincisi kendine saygın yok; o yüzden sevgi sana yaklaştığında onu almaya yeterli hissetmiyorsun kendini. Ama öyle bir karmaşa içindesin ki basit bir gerçeği göremiyorsun: Sen kendini olduğun gibi kabul etmediğine göre kendini hiç sevmedin; başkasının sevgisini nasıl alabilirsin? Onu hak etmediğini biliyorsun ama sana doldurulan bu aptalca fikri kabul edip tanımak istemiyorsun; onu hak etmediğin fikrini. O zaman ne yapıyorsun? Basitçe sevgiyi reddediyorsun. Ve sevgiyi reddetmek için bahaneler bulman gerekiyor.

İlk ve en önemli bahane; "Bu sevgi değil, o yüzden kabul edemem." Birinin seni sevebileceğine inanamıyorsun. Sen kendini sevemezken; kendini, güzelliğini, zarafetini, ihtişamını göremezken; biri sana "Çok güzelsin. Gözlerinde sonsuz bir derinlik, büyük bir zarafet görüyorum. Kalbinin evrenle uyum içinde atışını görüyorum" dediği zaman nasıl inanabilirsin? Bütün bunlara inanamazsın, çok fazla. Sen suçlanmaya, cezalandırılmaya alıştın, reddedilmeye alıştın. Olduğun gibi kabul edilmemeye alıştın. O yüzden kolayca kabul edebildiğin şeyler ancak bunlar.

Sevginin sana çok büyük bir etkisi olacak çünkü onu alabilir hale gelmeden önce büyük bir dönüşüm geçirmen gerekecek. Önce kendini hiç suçluluk duymadan kabul etmen gerekiyor. Hıristiyanların ve diğer dinlerin sana hep öğrettiği gibi günahkâr değilsin.

Bütün bunların saçmalığını görmüyorsun. Geçmişte, uzak bir yerde, bir Adem Tanrı'ya itaat etmemiş. Pek büyük bir günah değil bu. Aslında itaat etmemekte tamamen haklıymış. Biri günah işlediyse eğer Tanrı işlemişti; kendi oğlunun, kendi kızının bilgi ağacının, sonsuz hayat ağacının meyvesini yemesini yasaklayarak. Nasıl bir baba bu? Nasıl bir Tanrı? Nasıl bir sevgi?

Sevgi der ki; Tanrı Adem ve Havva'ya şöyle demeliydi: "Bir şey yemeden önce şu iki şeyi hatırlayın: Bilgelik ağacından istediğiniz kadar yiyin ve sonsuz hayat ağacından istediğiniz kadar yiyin ki benim bulunduğum ölümsüzlük alanında siz de olabilesiniz." Seven herhangi biri için bu basit bir şeydir. Ama Tanrı'nın Adem'e bilgi ağacından yemeyi yasaklaması onun cahil kalmasını istediği anlamına geliyor. Belki kıskanıyor, korkuyor; anlıyor ki eğer Adem bilge olursa, onun eşiti olabilir. Adem'i cahil tutmak istiyor ki böylece aşağıda kalsın. Sonsuz hayat meyvesini yerse o zaman o da Tanrı olur.

Adem'le Havva'yı engelleyen bu Tanrı çok kıskanç, çirkin, insanlık dışı, sevgisiz olmalı. Ve bütün bunlar günah değilse o zaman günah ne olabilir? Ama dinler; Museviler, Hıristiyanlar, Müslümanlar sana böyle öğretti ve sen de Adem'in işlediği günahı taşımaya devam ediyorsun. Yalanları bu kadar sürdürmenin de bir sınırı vardır. Adem günah işlemiş olsa bile onu sen taşıyamazsın. Bu dinlere göre sen Tanrı tarafından yaratıldın ve tanrısallık taşımıyorsun da, Adem'le Havva'nın itaatsizliğini mi taşıyorsun?

Batının aşağılama yöntemi bu: günahkârsın. Doğunun yöntemi aynı sonuca farklı bir yoldan ulaşıyor. Onlar da diyor ki; her insan çok büyük miktarda günah ve kötülük yükü taşır, bunlar milyonlarca geçmiş hayat boyunca birikmiştir. Aslında bir Hıristiyan ya da Musevi ya da Müslüman buna kıyasla çok daha az yük taşıyor. O sadece Adem ve Havva'nın günahını taşıyor. O da epeyce hafiflemiş olmalı ne de olsa aradan yüzyıllar geçmiş. Milyonlarca elden geçti; şimdiye kadar eser miktarda kalmış olmalı.

Ama Doğunun kavramı çok daha tehlikeli. Başkasının günahını taşımıyorsun. Her şeyden önce başkasının günahını taşıyamazsın. Baban bir suç işler; seni hapse gönderemezler. Sıradan insan sağduyusu bile eğer baba suç işlediyse onun acı çekmesi gerektiğini söyler. O suç işledi diye oğlu ya da torunu hapse gönderilemez.

Ama Doğunun kavramı çok daha tehlikeli ve zehirli: Kendi günahını taşıyorsun, Adem'le Havva'nınkini değil. Ve küçük bir şey de değil; her hayatta daha çok büyümüş! Bu hayattan önce milyonlarca başkasını yaşadın, her hayatta ne çok günah işlemişsindir. Hepsi göğsünde birikmiş duruyor. Yükün Himalayalar kadar büyük; altında eziliyorsun.

Bu, senin büyüklüğünü yok etmek için, seni insan altı bir varlık haline getirmek için garip bir strateji. Kendini nasıl sevebilirsin ki? Kendinden nefret edebilirsin ama sevemezsin. Seni başkasının sevebileceğini nasıl düşünebilirsin? En iyisi reddetmek çünkü er ya da geç sana sevgisini sunan insan senin gerçeğini keşfedecek. O da çok çirkin: Yalnızca büyük, çok büyük bir günah yükü. O zaman o insan seni reddedecek. Reddedilmekten kaçmak için sevgiyi reddetmek daha iyi. İnsanlar bu yüzden sevgiyi kabul etmiyor.

Onu arzuluyorlar, özlemini çekiyorlar. Ama o an geldiğinde ve biri sana sevgi yağdırmaya hazır olduğunda geri kaçıyorsun. Kaçmanın derin bir psikolojisi var. Korkuyorsun: senin ruhun? Milyonlarca hayatın kötülüğüyle ezilen günahkâr ruhun? Hayır, en iyisi onu gizlemek, en iyisi seni sevmek isteyen insanın seni reddedebileceği bir duruma düşmemek. Sevgiyi almana izin vermeyen işte bu reddedilme korkusu.

Sevgi veremiyorsun çünkü kimse sana sevgi dolu bir varlık olarak doğduğunu söylemedi. "Günahkâr doğdun!" dediler sana. Sevemiyorsun ve sevgiyi de alamıyorsun. Bu, bütün büyüme olanaklarını en aza indirdi.

Soruyu soran kişi diyor ki, "Şimdi anlıyorum ki bunları kavramaya daha yeni başlıyorum." Şanslısın çünkü dünyada kendi koşullanmalarına, eski kuşakların kendine verdiği çirkin yüklere karşı tamamen körleşmiş milyonlarca insan yaşıyor. O kadar acı veriyor ki tamamen unutmak daha iyi. Ama unutarak onu yok edemezsin.

Kanseri unutunca onu ameliyat edemezsin. Onun farkına varmayarak, karanlıkta tutarak kendini en büyük ve gereksiz riske atıyorsun. O büyümeye devam edecek; senin onu tanımana ihtiyacı var. Er ya da geç bütün varlığını kaplayacak. Ve senden başka kimse bundan sorumlu olmayacak.

O yüzden, eğer kavramaya başladığını hissediyorsan sana birkaç pencere açılıyor demektir.

"Alıcı olmak bana ölüm gibi geliyor..." Bunu hiç düşündün mü? Alıcı olmak sana ölüm gibi geliyor, bu doğru. Alıcı olmak ölüm gibi gelir çünkü alıcı olmak aşağılanma gibi görünür. Bir şey almak, özellikle sevgi almak bir dilenci olduğun anlamına gelir. Kimse alıcı tarafta olmak istemez çünkü bu seni, verenin aşağısına koyar. "Alıcı olmak bana ölüm gibi geliyor ve içimdeki her şey otomatik olarak kırmızı alarm veriyor."

Bu kırmızı alarm senin içine hep saygı duyduğun toplum tarafından yerleştirildi, senin iyiliğini ister zannettiğin insanlar tarafından. Sana kasıtlı olarak zarar vermek istediklerini söylemiyorum. Onlara da başkaları zarar vermişti ve kendi ailelerinden, öğretmenlerinden, büyüklerinden ne öğrendilerse sana onu aktarıyorlar.

Her kuşak hastalıklarını yeni kuşağa geçirmeye devam ediyor ve yeni kuşak doğal olarak gittikçe daha fazla yük alıyor. Sen, bütün tarihin batıl inançlarının, baskıcı kavramlarının mirasını taşıyorsun. Kırmızı alarma geçen sana ait bir şey değil. Kırmızı alarma geçen senin koşullanmaların. Ve son cümlen de sadece bunu mantıklı hale getirme çabası. Bu da herkesin farkında olması gereken tehlikelerden biri.

Mantıklı hale sokma.

Problemin en dibine git.

Ama bahaneler bulma, çünkü eğer bahane bulursan bu kökleri temizleyemezsin.

Soru sahibinin son cümlesi bir mantıklılaştırma. Belki bu içsel niteliğin farkına varmadı. Diyor ki "İmdat! Varoluş çok büyük görünüyor."

Şimdi varoluş çok büyük olduğu için almaktan korktuğunu düşünüyor, varoluş çok büyük olduğu için vermekten korktuğunu düşünüyor. Küçücük, bir çiğ damlası kadar olan sevgini okyanusa vermenin ne anlamı var? Okyanusun bundan haberi bile olmaz; o yüzden vermek anlamsız, almak da anlamsız. Okyanus çok büyük, içinde boğulursun. O yüzden de ölüm gibi gelir. Ama bu senin mantıklı hale sokman.

Varoluş hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Kendin hakkında hiçbir şey bilmiyorsun; ki o varoluşun sana en yakın noktası. Kendi varlığından başlamazsan asla varoluşu tanıyamazsın. Başlangıç noktası burası ve her şey başlangıç noktasından başlamalıdır.

Kendini tanıyınca varoluşunu tanıyacaksın. Ama varoluşunun tadı ve kokusu sana diğerlerinin varoluşuna biraz daha girme cesareti verecek. Eğer kendi varoluşun seni bu kadar mutlu ettiyse çevreni saran diğer gizemlerin içine girmek doğal bir özlem olur: İnsan gizemleri, hayvanların gizemleri, ağaçların gizemleri, yıldızların gizemleri.

Ve kendi varoluşunu bir kere tanıyınca artık ölümden korkmazsın.

Ölüm bir hikâyedir; gerçekleşmez, sadece görünür. Dışarıdan görünür. Hiç kendi ölümünü gördün mü? Her zaman başkalarını ölürken gördün. Ama kendini ölürken gördün mü? Hiç kimse görmedi; aksi halde bu kadar – en alt düzeydeki– hayat bile mümkün olmazdı. Görüyorsun her gün birileri ölüyor ama her zaman başkaları, asla sen değil.

"Çanların kimin için çaldığını hiç sorma; onlar senin için çalıyor" diyen şair bunu senden daha derin anlamış. Hıristiyan olmalı çünkü bir Hıristiyan köyünde biri öldüğü zaman herkesi haberdar etmek için kilise çanı çalınır; çiftliklerine, bahçelerine, bir yerlere çalışmaya gitmiş insanları haberdar etmek için. Kilise çanı hatırlatır onlara: Biri öldü. O yüzden son vedalarını etmek için geri gelmeleri gerekir.

Ama "Çanların kimin için çaldığını hiç sorma; onlar senin için çalıyor." diyen şairin gördüğü şey çok önemli.

Gerçek hayatta asla senin için çalmıyor. Bir gün çalacak ama sen onu duymak için burada olmayacaksın. Kendini asla ölümün eşiğinde düşünmezsin ve aslında herkes eşiktedir. Hep başkalarını ölürken görürsün. O yüzden de deneyimin öznel değil, nesneldir.

Diğeri aslında ölmemektedir, ev değiştirmektedir. Yaşam gücü yeni bir şekle geçmektedir, yeni bir düzleme. Sadece beden hayat enerjisinden yoksun kalır ama zaten beden hiçbir zaman sahip olmamıştı ona.

Tıpkı içindeki mumla aydınlanan karanlık bir ev gibi. Dışardan bakınca bile pencerelerden, kapılardan ışığı görebilirsin ama ışık evin ayrılmaz bir parçası değildir. Mum bittiği anda ev karanlığa bürünür. Aslında o her zaman karanlıktaydı; ışık olan mumdu.

Vücudun zaten ölü. Onun canlı olduğu izlenimini veren senin hayat gücün, senin varlığın; vücudu o aydınlatıyor, vücudu o canlılıkla dolduruyor. İnsanlar öldüğü zaman gördüğün tek şey bir şeyin gözden kaybolduğu. Onun nereye gittiğini bilmiyorsun, bir yere mi gitti yoksa artık hiç mi yok bilmiyorsun. O yüzden bu ölüm hikâyesi dışarıdan yaratılmış durumda.

Kendilerini tanımış olanlar hiç şüpheleri olmadan sonsuz varlıklar olduklarını bilirler. Çok defa ölmüşlerdir ama hayattadırlar.

Ölüm ve doğum sadece ruhun büyük yolculuğundaki küçük bölümlerdir. Kendinle temasa geldiğin anda ölüm korkun hemen kaybolacak. Ve bu da keşfedilecek tümüyle yepyeni bir gökyüzü açar. Bir kere ölümün olmadığını bilince bütün korku kaybolur. Bilinmeyenin korkusu, karanlık korkusu... ne biçimde olursa olsun, bütün korkular yok olur. İlk defa, gerçek bir serüvenci olmaya adım atarsın. Çevreni saran çeşitli gizemlerin içine girmeye başlarsın.

İlk defa varoluş senin evin haline gelir.

Korkulacak hiçbir şey yok: O senin annen, sen onun parçasısın. Seni boğamaz, seni yok edemez.

Onu daha çok tanıdıkça beslendiğini daha çok hissedeceksin, onu daha çok tanıdıkça kutsandığını daha çok hissedeceksin, onu daha çok tanıdıkça daha çok var olacaksın. O zaman sevgi verebilirsin çünkü sevgin vardır. O zaman sevgi alabilirsin çünkü reddedilmek söz konusu değildir.

Sorduğun soru herkese yararlı olacak. Sana sorun için ve kendini açığa vurma cesaretin için teşekkür ediyorum. Herkesin bu cesarete ihtiyacı var çünkü bu cesaret olmadan dönüşüm olasılığı için umut yoktur: Yeni bir dünyaya – yeni bir bilince – en yüksek gerçeğe ve en yüce kutsanmaya giden tek kapı olan öz varlığına.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder