MAHREMİYET İHTİYACI

Varlığın iki yüzü vardır: dışarısı ve içerisi. Dışarısı topluma açık olabilir ama içerisi olamaz. İçeriyi topluma açarsan ruhunu kaybedersin, gerçek yüzünü kaybedersin. O zaman, içinde bir varlık yokmuş gibi yaşarsın. Hayat boşuna ve anlamsız görünür. Bu, toplumla içli dışlı yaşayan insanlarda görülür; politikacılarda, aktörlerde. Topluma ait olurlar, iç varlıklarını tamamen kaybederler. Toplumun onlar hakkında söyledikleri dışında kim olduklarını bilmezler. Başkalarının görüşlerine bağımlıdırlar, kendi varlıklarını tanımazlar.

Marilyn Monroe en ünlü aktrislerden biriydi, intihar etti ve psikanalistler hâlâ nedenini düşünüyor. Amerika'nın başkanı Kennedy bile ona âşıktı, milyonlarca insan ona âşıktı. İnsan daha neye sahip olabilirdi diye düşünüyor. Her şeyi vardı.

Ama topluma aitti ve bunu biliyordu. Yatak odasında bile Başkan Kennedy'i "Sayın Başkan" diye çağırıyordu; sanki bir adamla değil de bir kuruluşla sevişiyormuş gibi.

Bu kadın bir kurumdu. Yavaş yavaş anladı ki mahrem bir alanı kalmamıştı. Bir keresinde bir takvim için çıplak fotoğrafları çekilmiş ve biri sormuş: "Takvim için poz verirken üstünüzde bir şey var mıydı?" O da cevap vermiş: "Evet, radyo vardı."

Ortada, çıplak; mahrem bir alan yok. Ben şunu hissediyorum ki, Marilyn Monroe intihar etti çünkü kendi kendine yapabileceği tek şey olarak bu kalmıştı. Her şeyi topluma aitti. Tek başına, kendi kendine, tamamen gizlice yapabileceği tek şey buydu artık. Topluma ait kişilikler her zaman intihara yöneliyor, çünkü kim olduklarının belli belirsiz bir kavrayışı, ancak intihar yoluyla gelebiliyor.

Güzel olan her şey içerdedir ve içerisi mahremdir. Kadınları sevişirken hiç izledin mi? Her zaman gözlerini kaparlar. Bir bildikleri vardır. Erkek gözleri açık olarak sevişmeye devam eder; izleyici olarak kalır. Tamamen kendini bırakmaz, tamamen içeri girmez. İzleyici olarak kalır, sanki başkası sevişiyormuş da o televizyonda film seyrediyormuş gibi. Ama kadın daha iyisini bilir çünkü o içerisiyle daha uyumludur. Gözlerini kapar. O durumda aşkın çok farklı bir kokusu vardır.

Şunu dene: Gece banyodaki musluğu aç, sonra da ışığı aç ve kapa. Karanlıktayken suyun akışını daha net duyarsın, ses daha keskindir. Aydınlıkta ses o kadar keskin gelmez. Karanlıkta ne olur? Karanlıkta göremediğin için diğer şeyler kaybolur. Ses ve senden başka hiçbir şey kalmaz. Bu yüzden, bütün iyi restoranlar keskin ışıktan kaçınır. Mumlar yakılır. Mum ışığında yemek yediğinde tat alma duyun daha derindir. Daha iyi yersin ve daha iyi tat alırsın. Koku çevreni sarar. Çok parlak ışıkta lezzet kaybolur. Gözler her şeyi toplumsallaştırır.

Metafizik'in ilk cümlesinde Aristo der ki, "Görme insanın en yüksek duyusudur." Bu doğru değil; aslında görme duyusu insana fazla hükmeder oldu. Bütün benliği tekeline aldı ve diğer duyuları ortadan kaldırdı. Aristo'nun hocası Plato da der ki, "Duyuların bir hiyerarşisi vardır; görme en yukarda, dokunma en aşağıda." Tamamen yanılmış. Hiyerarşi yok. Bütün duyular aynı düzeyde ve bir hiyerarşi olması gerekmiyor.

Ama insan, gözler kanalıyla yaşıyor. Hayatın yüzde sekseni göz merkezli. Böyle olmaması gerekiyor, denge yeniden kurulmalı. Dokunmalısın, çünkü dokunuşta gözlerin veremeyeceği bir şey var. Ama dene; sevdiğin adama ya da kadına parlak ışıkta dokunmayı dene ve bir de karanlıkta dokunmayı dene. Karanlıkta beden kendini açar, aydınlıkta gizlenir. Renoir'ın yaptığı kadın vücudu resimlerini hiç gördün mü? Onlarda mucizevi bir şey vardır. Bir çok ressam kadın vücudunun resmini yapmıştır; ama Renoir'la karşılaştırılamaz. Fark nerde? Diğer ressamlar vücudu göze göründüğü gibi tuvale geçirmiş. Renoir ise onu ellerin hissettiği gibi resme geçirmiş. O yüzden resimlerinde bir sıcaklık, yakınlık, canlılık var.

Dokunduğun zaman çok yakında bir şeyler olur. Gördüğün zaman bir şeyler uzaktır. Karanlıkta, gizlilikte, mahrem bir yerdeyken; ortalıkta, piyasada açığa çıkmayan bir şey açığa çıkar. Başka birileri seni görür ve incelerken; içinin derinlerinde bir şey büzüşür, çiçek açamaz. Herkes görsün diye açık toprağa tohum bırakmak gibidir bu: Asla filizlenmez. Toprağın rahminin derinliklerine, kimsenin görmeyeceği derin karanlığa bırakılması gerekir tohumun. O zaman filizlenebilir, büyük bir ağaca dönüşebilir.

Tıpkı tohumun topraktaki karanlığa ve derinliğe ihtiyaç duyması gibi bütün derin ve yakın ilişkiler de içerde oluşur. Mahrem bir alana ihtiyaç duyarlar, sadece iki kişinin var olduğu bir alana. O zaman, bir an gelir ki iki kişi bile kalmaz, sadece bir vardır.

Birbirleriyle derinden uyumlu iki sevgili; erirler. Sadece bir olur. Birlikte nefes alırlar, birliktedirler, birlik vardır. Eğer orda gözlemciler olsaydı bu mümkün olmazdı. Başkaları izleseydi asla kendilerini bırakamazlardı. Başkalarının gözleri buna engel olurdu. Güzel olan, derin olan ne varsa karanlıkta olur.

İnsan ilişkilerinin mahremiyete ihtiyacı vardır. Gizliliğin orda olmak için kendi nedeni var. Unutma, her zaman hatırla; tamamen topluma ait olursan, hayatta çok aptalca davranırsın. Ceplerini tersine çevirmiş bir insan gibi olursun. Biçimin öyle olur: tersine çevrilmiş cep gibi. Dışa dönük olmak yanlış değil ama unutma; bu, hayatın sadece bir parçası. Bütünü haline gelmemeli.

Sonsuza kadar karanlıkta dolaşmaktan söz etmiyorum. Işığın kendi güzelliği ve nedeni var. Eğer tohum sonsuza kadar karanlıkta kalırsa, sabah güneşini almak için yukarı çıkmazsa ölür. Filizlenmek için, güçlenmek için, yaşamak için, yeniden doğmak için karanlığa ihtiyacı var; sonra dışarı çıkmalı ve dünyayla, ışıkla, fırtınayla, yağmurla karşılaşmalı. Dışarının mücadelesini kabul etmeli. Ama o mücadele ancak içerde derin kökler varsa kabul edilebilir.

Kaçıştan söz etmiyorum. Gözlerini kapa, içeri gir ve asla çıkma demiyorum. Sadece diyorum ki içeri gir; ancak o zaman enerjiyle, sevgiyle, şefkatle dışarı çıkabilirsin. İçeri gir ki dışarı çıktığında dilenci değil, kral olabilesin. İçeri gir ki dışarı çıktığında paylaşacak bir şeyin olsun; çiçeklerin, yaprakların. İçeri gir ki çıkışın zengin olsun, yoksul olmasın. Ve unutma ki ne zaman kendini yorgun hissetsen enerjinin kaynağı senin içinde. Gözlerini kapa ve içeri gir.

Dışa dönük ilişkilerin olsun ama içe dönük ilişkilerin de olsun. Elbette dışa dönük ilişkilerin olacak – dünyada yaşıyorsun, işlerin var – ama onlar her şey olmasın. Onların da rolü var ama tamamen gizli ve mahrem, sadece sana ait bir şey olmalı.

Marilyn Monroe işte buna sahip değildi. Topluma ait bir kadındı; başarılı ama tam bir yenilgi içinde. Başarının ve şöhretin en tepesindeyken kendini öldürdü. Niye öldürdüğü anlaşılamadı. Her şeyi vardı; daha fazla şöhret, başarı, karizma, güzellik, sağlık olabileceğini hayal edemezdin. Her şey vardı, geliştirilebilecek bir şey kalmamıştı ve gene de bir şey eksikti. İçerisi boştu. O zaman tek yol kendini öldürmekti.

Marilyn Monroe gibi kendini öldürecek kadar cesur olmayabilirsin. Çok korkak da olabilirsin ve yavaş yavaş öldürürsün kendini; yetmiş sene sürebilir bu. Bu da kendini öldürmektir. Eğer içinde, dışarıdaki hiçbir şeye bağımlı olmayan, sadece sana ait bir şey yoksa – gözlerini kapayıp içine girdiğinde başka her şeyin varlığını unutabileceğin bir dünya – kendini öldürürsün.

Hayat içerdeki o kaynaktan çıkar ve dışarıdaki gökyüzüne yayılır. Bir denge olmalı; ben her zaman dengeden yanayım. O yüzden hayat açık bir kitap olmalı demiyorum, hayır. Birkaç bölüm açık olsun, tamam. Ama birkaç bölüm de tamamen kapalı, tamamen gizli. Tümüyle açık bir kitapsan bir fahişe olursun, ortada çıplak durursun, üstünde sadece bir radyo ile. Hayır, bu işine yaramaz.

Bütün kitabın açıksa gecesiz gündüz gibi olursun, kışsız yaz gibi. Nerde dinleneceksin, nerde merkezini bulacaksın, nereye sığınacaksın? Dünya fazla geldiği zaman nereye gideceksin? Dua için, meditasyon için nereye gideceksin? Hayır, yarı yarıya olması iyi. Kitabının yarısı açık olsun – herkese açık, herkes için – ama diğer yarısı öyle gizli olsun ki sadece çok nadir konuklar girebilsin oraya.

Tapınağının içine birilerinin girmesine nadir olarak izin ver. Böyle olması uygundur. Herkes girip çıkıyorsa artık tapınak, tapınak değildir. Havaalanının bekleme salonu olur belki, ama tapınak olamaz. Sadece çok, çok nadir olarak birinin varlığına girmesine izin ver. Sevgi budur.

Her zaman birileriyle birlikte yaşadık. Çocuk annesinin rahmini terk ettiği andan itibaren, asla yalnız değildir. Anneyle, aileyle, arkadaşlarla, başkalarıyladır. Tanıdıklar, arkadaşlar, ilişkiler çemberi büyüdükçe büyür ve sonunda etrafında bir kalabalık oluşur. Hayat dediğimiz şey budur. Ve hayatında ne kadar çok insan varsa o kadar zengin bir hayatın olduğunu düşünürsün.

İçeri yönelmeye başladığın zaman bütün o yüzler soluklaşır, o kalabalık dağılır. Herkese hoşça kal demek zorunda kalırsın. En yakın dostuna, sevgiline bile hoşça kal demen gerekir. Sevgilinin bile seninle olamadığı bir an gelir. Bu, ana rahmindeyken olduğun yere yeniden girdiğin andır. O zamanlar kalabalıkla tanışmamıştın, o yüzden de hiç yalnız hissetmezdin kendini. Çocuk ana rahminde son derece mutluydu çünkü başka türlüsünü bilmiyordu, her şey keyifti. Diğerini hiç tanımadığı için kendini yalnız hissedemezdi; öyle bir fikri yoktu. Bildiği tek gerçeklik oydu.

Ama şimdi kalabalığı tanıyorsun; ilişkileri, ilişkilerin bütün neşesini ve sefilliğini; ikisini de. Yeniden içeriye yöneldiğin zaman dünya yok olmaya başlar, bir yankı gibi olur. Sonra yankı bile silinir ve insan tamamen kaybolur. Ama bu sadece bir yorumdur. Biraz daha gidebilirsen birden kendini bulursun ve kendini ilk defa bulursun. O zaman şaşırırsın: Sen kalabalıkta kaybolmuştun; şimdi kayıp değilsin. İlişkilerin ormanında kaybolmuştun ve şimdi evine geldin. Sonra tekrar dünyaya geri gelebilirsin ama tamamen farklı bir insan olacaksın.

İlişki kuracaksın ama muhtaç olmayacaksın; seveceksin ama sevgin bir ihtiyaç olmayacak. Seveceksin ama sahip çıkmayacaksın; seveceksin ama kıskanmayacaksın. Ve sevgi, içinde kıskançlık olmadığı, sahip çıkma olmadığı zaman Tanrısaldır. İnsanlarla birlikte olacaksın. Aslında, ancak bundan sonra insanlarla birlikte olabilirsin çünkü sen varsın, artık insanlarla birlikte olabilirsin. Eskiden yoktun, o yüzden de insanlarla birlikte olduğun fikri sadece bir yanılsamaydı, bir çeşit hayaldi. Var olmadığın durumda nasıl ilişki kurabilirsin? Var olmadığın durumda nasıl diğeriyle olabilirsin? Kendi yarattığımız bir hikâyedir o, bir yanılsama.

Eğer kendi merkezinde değilsen, kim olduğunu bilmiyorsan, gerçekten ilişki kuramazsın. Kendini bilmeden kurulan ilişki tümüyle bir yanılsamadır. Diğeri seninle ilişkide olduğunu zanneder, sen onunla ilişkide olduğunu zannedersin; ne sen kendini tanıyorsun, ne de o kendini tanıyor. O zaman kim kiminle ilişkide? Hiç kimse yok! Sadece iki gölge oyun oynuyor. Ve ikisi de gölge olduğundan ilişkide bir varlık yok. Ben bunu sürekli görüyorum: İnsanlar ilişki kuruyor ama ortada bir varlık yok. İlişki kuruyorlar çünkü eğer ilişki kurmazlarsa yalnızlığa düşüp kaybolacaklarını sanıyorlar. O yüzden, düştükleri anda zıplayıp yeniden ilişkiye giriyorlar. Herhangi bir ilişki hiç ilişki olmamasından daha iyi; düşmanlık bile olsa tamam, en azından insan kendini boşta hissetmiyor.

İşte bu yüzden bu boşluğa girmelisin. Cesaretini topla ve içeri gir. Çok kederli ve yalnız bile hissetsen endişelenecek hiçbir şey yok; bu bedeli ödememiz gerekiyor. Ve bir kere kendi kaynağına ulaştığın zaman her şey tümüyle değişecek ve dışarıya bir birey olarak çıkacaksın. Bana göre bir kişi ve bir birey arasındaki fark budur: Kişi sahte bir olgudur; birey gerçektir. Kişi, kişilik maskedir, gölgedir; birey varlıktır, gerçekliktir. Ve sadece bireyler ilişki kurabilir, sevebilir; kişiler sadece oyun oynayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder