GÖLGE BOKSU

Chuang Tzu'dan bir hikâye:

Adamın biri kendi gölgesinden ve kendi adımlarından

o kadar rahatsızmış ki, ikisini de hayatından çıkarmaya karar vermiş.

Bunun için de bir yöntem bulmuş; onlardan kaçıp kurtulacakmış.

Ayağa kalkıp tabana kuvvet koşmaya başlamış. Ama ayağını her yere

vuruşunda, yerde bir adım daha oluyormuş ve gölgesi de hiç zorlanmadan

onu takip etmekteymiş.

Adam da yeterince hızlı koşmadığı için başaramadığına karar vermiş ve

daha hızlı koşmaya başlamış; hiç durmadan koşmuş, koşmuş,

en sonunda ölüp yere yığılmış.

Bir gölgelikte dursa gölgesinin kaybolacağı,

öylece orada otursa adımlarının da olmayacağı hiç aklına gelmemiş.

İnsan kendi karmaşasını, sırf kendini reddetmeye, suçlamaya, kabul etmemeye devam ettiği için kendisi yaratıyor. Bunu da bir dizi karmaşa, içsel kaos, sefalet izliyor. Niye kendini olduğun gibi kabul etmiyorsun? Yanlış olan ne? Bütün varoluş seni olduğun gibi kabul ediyor ama sen etmiyorsun.

Ulaşmak istediğin bir ideal var. O ideal her zaman gelecekte – öyle olmak zorunda – hiçbir ideal şimdide olamaz. Ve gelecek de ortada yok daha doğmadı. Ama o ideal yüzünden sen gelecekte yaşıyorsun. Bu da sadece bir hayal. O ideal yüzünden şimdi burada yaşayamıyorsun. O ideal yüzünden kendini suçluyorsun.

Bütün ideolojiler, bütün idealler suçlayıcıdır çünkü zihninde bir imaj yaratırlar. Ve sen kendini o imajla karşılaştırmaya devam ettiğin sürece bir şeylerin eksik olduğunu düşünürsün. Hiçbir şey eksik değil. Mükemmellik ne kadar mümkünse, sen de o kadar mükemmelsin.

Bunu anlamaya çalış çünkü ancak o zaman Chuang Tzu'nun hikâyesini anlayabilirsin. Bu gelmiş geçmiş en güzel hikâyelerden biri ve insan zihninin mekanizmasının çok derinine iniyor. Niye zihninde idealler taşımaya devam ediyorsun? Niye olduğun gibi yeterli değilsin? Tam şu anda niye Tanrı gibi değilsin? Sana kim karışıyor? Yolunu kim engelliyor? Niye tam şu anın keyfini çıkarıp mutlu olmuyorsun? Engel nerede?

Engel idealden kaynaklanıyor. Nasıl keyifli olabilirsin? Öyle çok öfke var ki içinde, önce o öfkenin gitmesi gerekiyor. Nasıl mutlu olabilirsin? Öyle çok seks var ki benliğinde, önce onun gitmesi gerekiyor. Nasıl bu anı kutlayan tanrılar gibi olabilirsin? Öyle çok açgözlülük, hırs, öfkeyle dolusun ki, önce onların gitmesi gerekiyor. O zaman tanrılar gibi olabilirsin.

İdealler böyle yaratılıyor ve idealler yüzünden kendini suçluyorsun. Kendini idealle karşılaştırırsan asla mükemmel olamazsın. Mümkün değil. "Eğer" dediğin sürece mutluluk imkânsızdır çünkü "eğer" en büyük mutsuzluk kaynağıdır.

"Eğer bu koşullar gerçekleşirse o zaman mutlu olurum" dediğin sürece o koşullar asla gerçekleşmez. Ayrıca, o koşullar gerçekleşse bile, o zamana kadar bunu kutlama ve keyfini çıkarma kapasiten yok olur. Üstelik o koşullar gerçekleşinceye kadar – o da şayet olursa çünkü aslında hiç gerçekleşemezler – zihnin yeni idealler üretir.

İşte hayatlar boyu yaşamı böyle ıskaladın. İdeal yaratıyorsun, sonra o ideal olmak istiyorsun. Sonunda da kendini suçlu ve değersiz hissediyorsun. Hayal gören zihnin yüzünden gerçekliğin lanetli. Seni hayaller rahatsız ediyor.

Ben sana tam tersini söylüyorum. Hemen şu anda tanrılar gibi ol. Öfke yine olsun, seks yine olsun, hırs yine olsun. Sen yaşamı kutlamaya bak. O zaman giderek daha çok kutlama hissedeceksin, daha az öfke; daha çok mutluluk, daha az hırs; daha çok keyif, daha az seks. O zaman doğru yolu buldun demektir. Başka türlüsü olamaz. İnsan hayatı bütünüyle kutlayabildiği zaman yanlış olan her şey kaybolur. Ama yanlışların kaybolması için önce birtakım ayarlamalar yapmaya çalışırsan asla kaybolmazlar.

Bu tıpkı karanlıkla savaşmaya benziyor. Evin tamamen karanlıktır ve sen dersin ki "Mumu nasıl yakayım? Mumu yakabilmem için etrafın karanlık olmaması lazım." Şimdiye kadar senin yaptığın şey bu. Önce hırsın yok olması gerektiğini, ancak o zaman mutlu olacağını söylüyorsun. Bu çok saçma! Diyorsun ki önce karanlık gitsin, o zaman mum yakabilirim. Sanki karanlık sana engelmiş gibi. Karanlığın varlığı yoktur. O hiçbir şeydir, maddesizdir. O sadece yokluktur, varlık değildir. O sadece ışığın yokluğudur; ışığı yak, o zaman karanlık kaybolur.

Kutla, mutlu bir alev ol, o zaman yanlış olan her şey yok olur. Öfke, hırs, seks ve benzerlerinin maddesi yoktur. Onlar sadece mutlu, coşkulu bir hayatın yokluğudur.

Keyifsiz olduğun için öfkelisin. Öfkeni birisi yaratmıyor; keyfin olmadığı için sefalet içindesin. Bu yüzden öfkelisin. Diğerleri sadece bahane. Kutlayamadığın için sevemiyorsun da; o yüzden seks var. Gölgelerle yetinmek bu. Zihnin de diyor ki, "Önce bunları yok et ki, Tanrı sana gelsin." Bu insanlığın en tescilli aptallıklarından biri, en eskisi ve herkes de buna inanmış durumda.

Şu anda herkesin Tanrı olduğunu düşünmek sana zor geliyor. Ama soruyorum, eksik olan ne? Nedir eksik olan? Hayattasın, nefes alıyorsun, bilincin var, başka neye ihtiyacın var? Tam şu anda tanrılar gibi ol. "Mış gibi" hissetsen bile, dert etme. "Tanrı gibi olduğumu farz ediyorum" desen bile, farz et, sorun değil. "Mış gibi"yle başla, gerçek de arkasından gelir çünkü gerçekte öylesin. Bir kere Tanrı olarak var olmaya başlayınca bütün sefalet, bütün karmaşa, bütün karanlık kaybolur. Işık ol ve ışık olman için gerçekleşmesi gereken hiçbir koşul yok.

Şimdi bu güzel hikâyenin içine gireceğim:

Adamın biri kendi gölgesinden ve kendi adımlarından o kadar rahatsızmış ki, ikisini de hayatından çıkarmaya karar vermiş.

Unutma. Bu adam sensin; bu adam herkesin içinde var. Bugüne kadar böyle davrandın, bu senin de mantığın: Gölgeden kaçmak. Bu adam gölgesinden çok rahatsızmış. Neden?

Gölgenin nesi yanlış? Gölgeden niye rahatsız olunsun? Çünkü, belki duymuşsundur, bazı hayalciler der ki tanrıların gölgeleri olmazmış. Yürüdükleri zaman gölge görünmezmiş. Bu adam da işte o tanrılar yüzünden rahatsız.

Söylendiğine göre cennette güneş doğarmış ve tanrılar da yürürmüş ama gölgeleri olmazmış, şeffafmış onlar. Ama ben diyorum ki: Bu sadece bir hayal. Gölgesiz bir şey hiçbir yerde var olmaz, var olamaz. Eğer kendisi varsa, gölgesi de vardır. Eğer yoksa ancak o zaman gölgesi yok olabilir.

Olmak bir gölge yaratmak anlamına gelir. Öfken, seksin, hırsın; hepsi gölge. Ama gölge olduklarını unutma. Bir anlamda var, bir anlamda da yoklar; gölgenin anlamı budur. Gölgenin maddesi yoktur. Bir gölge sadece bir yokluktur. Ayakta durursun, güneş ışınları senin üzerine düşer ve sen orda olduğun için birkaç ışın geçemez. O zaman bir şekil oluşur, gölgenin şekli. Bu sadece bir yokluktur. Sen güneşin yoluna çıktın, o yüzden gölge oluştu.

Gölgenin maddesi yok, maddesi olan sensin. Sen maddeselsin, o yüzden gölge oluşuyor. Eğer bir hayalet olsaydın gölgen de olmazdı. Ve cennetteki melekler de hayaletten başka bir şey değil; sen ve ideologlar tarafından, ideal yaratan adamlar tarafından hayal edilen hayaletler. Bu adam rahatsız çünkü ona ancak gölgesi yok olduğu zaman Tanrı olabileceğini söylemişler.

Adamın biri kendi gölgesinden ve kendi adımlarından o kadar rahatsızmış ki, ikisini de hayatından çıkarmaya karar vermiş.

Sen nelerden rahatsız oluyorsun? Derine inersen kendi adımlarının sesinden başka bir şey bulamayacaksın. Kendi adımlarından neden bu kadar rahatsızsın? Senin bir varlığın var, o zaman biraz ses olması da normal; insan bunu kabul etmeli. Ama adam duymuş ki tanrıların gölgeleri yoktur, adımları da ses çıkarmaz. Bu tanrılar birer hayal ürününden başka bir şey olamaz; onlar sadece zihinde var olabilir. Böyle bir cennet hiçbir yerde var olamaz. Eğer bir şey varsa etrafında ses de oluşur. Varoluş böyledir, bu konuda bir şey yapamazsın. Doğa böyledir. Bu konuda bir şey yapmaya kalkarsan yanılırsın. Bu konuda bir şey yapmaya çalışırsan, hayatın boşa harcanır ve sonunda hiçbir yere varmadığını hissedersin. Gölge olduğu yerde durmaktadır, adımlar ses çıkarır ve ölüm kapıyı çalmaktadır.

Ölüm kapını çalmadan kendini kabul et ve o zaman bir mucize oluşur. Mucize şudur ki, kendini kabul edince kendinden kaçmazsın. Şu anda her biriniz kendinden kaçıyor. Bana gelsen bile, kendinden kaçışının bir parçası olarak geliyorsun. O yüzden bana ulaşamıyorsun; boşluk burada. Eğer bana kaçışının bir parçası olarak geldiysen, bana gelemezsin; çünkü benim bütün çabam, kendinden kaçmamana yardımcı olmak. Kendinden kaçmaya çalışma; başka biri olamazsın. Senin belli bir kaderin ve bireyselliğin var.

Tıpkı her parmak izinin tek ve kendine özgü oluşu gibi – o parmak izi başka hiçbirinde olmadı ve olmayacak, sadece sana ait – varlığın için de aynı şey söz konusu. Tek ve kendine özgü bir varlığın var, karşılaştırılamaz; daha önce hiç olmadı, bir daha da hiç olmayacak, o sadece sende var. Kutla onu! Tanrı herkese özgün bir armağan verdi ve sen onu aşağılıyorsun. Daha iyi bir şey istiyorsun. Varoluştan daha bilge olmaya çalışıyorsun, Tao'dan daha bilge olmaya çalışıyorsun, işte o zaman yanılıyorsun.

Unutma, parça hiçbir zaman bütünden daha bilge olamaz ve bütünün yaptığı her şey nihaidir, onu değiştiremezsin. Bunu yapmaya çalışabilir ve hayatını harcayabilirsin ama bir şey elde edemezsin.

Bütün çok büyük; sen sadece atomik bir hücresin. Okyanus çok büyük, sen onun içinde bir damlasın. Okyanus tuzlu ve sen tatlı olmaya çalışıyorsun; mümkün değil. Ama ego imkânsızı, zoru, olanaksızı gerçekleştirmeye çalışır. Ve Chuang Tzu diyor ki, "Kolay, doğrudur." Niye kolayı kabul edemiyorsun? Niye gölgeye evet demiyorsun? Evet dediğin anda kaybolur; en azından vücudunda kalsa bile zihninden kaybolur.

Ama sorun nerde? Bir gölge nasıl sorun yaratır? Niye ondan sorun yaratıyorsun? Şu anda olduğun şekilde, her şeyden sorun yaratıyorsun. Bu adam ne yapacağını şaşırmış, gölgesini görmekten rahatsız. Tanrı olmak istiyor, gölgesiz olmak istiyor.

Ama zaten bir Tanrı gibisin ve olmadığın bir şey olamazsın. Nasıl olabilirsin? Sadece olduğun şey olabilirsin; bütün oluş, sadece varlığına doğrudur, o da zaten vardır. Etrafta dolanıp başkalarının kapılarını çalabilirsin ama sadece kendinle saklambaç oynamak olur bu. Başkalarının kapısını daha ne kadar çalacağın, orda burada ne kadar dolanacağın sana bağlı. Eninde sonunda kendi kapına geleceksin, kendi kapının her zaman zaten orda olduğu anlayışına. Onu senden kimse alamaz. Doğa, Tao senden alınamaz.

Bu adam gölgesinden rahatsız olmuş. Bulduğu yöntem de ondan kaçıp kurtulmakmış. Bu, herkesin bulduğu yöntem. Zihnin kötü niyetli bir mantığı varmış gibi görünüyor. Mesela öfkelendin diyelim, ne yaparsın? Zihnin der ki "Öfkelenme, söz ver kendine." Ne yaparsın? Bastırırsın ve ne kadar çok bastırırsan, öfke de varlığının derinine o kadar çok iner. O zaman artık bazen öfkeli, bazen öfkesiz olmazsın; eğer çok fazla bastırdıysan sürekli öfkeli olmaya başlarsın. Öfke senin kanına işler, zehirlemeye başlar, bütün ilişkilerine yayılır. Birine âşık bile olsan öfke ordadır ve sevginde şiddet olur. Birine yardım etmek bile istesen, o yardımda zehir olur çünkü zehir sendedir. Ve bütün davranışların taşır onu, onlar seni yansıtır. Ve öfkeyi tekrar hissettiğin zaman zihnin der ki "Yeterince bastırmadın, daha fazla bastır." Öfke zaten bastırdığın için ordadır ve zihin der ki "Daha çok bastır!" O zaman, daha çok öfke olacaktır.

Zihninde baskı yüzünden seks vardır ve zihnin der ki, "Daha çok bastır. Bastırmanın yeni yollarını, yöntemlerini bul ki, yalnız yaşayabilesin." Ama yalnız yaşamak bu şekilde mümkün olmaz. Eğer bastırırsan seks sadece vücuduna işlemekle kalmaz, zihnini de sarar, beyinsel bir hale gelir. O zaman insan tekrar tekrar seksi düşünmeye devam eder. O yüzden dünyada bu kadar çok pornografik yayın var.

İnsanlar çıplak kadın resimleri görmekten neden bu kadar hoşlanıyor? Kadınların kendileri yetmez durumda mı? Fazlasıyla yeter durumdalar! O zaman bu ihtiyaç ne? Resim, her zaman kadının gerçeğinden daha seksidir. Gerçek kadının bir vücudu ve gölgesi var ve adımları da her zaman orda olacak, ses de olacak. Fotoğraf ise bir hayal; tamamen zihinsel, beyinsel ve gölgesi yok. Gerçek bir kadının teri olur, vücudunun kokusu olur; fotoğraf asla terlemez. Gerçek bir kadın öfkelenir; resmin öfkesi olmaz. Gerçek bir kadın yaşlanır; resim her zaman genç ve taze kalır. Resim sadece zihinseldir. Vücudundaki seksi bastıranlar, seksi zihinsel olarak yaşar. O zaman zihinleri seksle çalışır ve bu bir hastalık haline gelir.

Aç hissediyorsan tamam, yemek ye ama sürekli yemek düşünüyorsan, o zaman bu bir saplantı, bir hastalıktır. Aç olduğunda yemeği yemek ve bitirmek doğaldır. Ama sen hiçbir şeyi bitirmiyorsun ve her şey zihne vuruyor.

Nasrettin Hoca'nın karısı hastaydı ve hastanede ameliyat oldu.

Birkaç gün önce hastaneden geri geldi, ben de sordum: "Karın nasıl? Ameliyatı atlattı mı?" Nasrettin cevap verdi: "Hayır, hâlâ her gelene anlatıyor."

Eğer bir şeyi düşünüyorsan, hakkında konuşuyorsan, o şey hâlâ vardır. Ve şimdi daha tehlikelidir çünkü beden iyileşir ama zihin sonsuza kadar durmadan devam edebilir. Beden iyileşebilir ama zihin asla iyileşmez.

Eğer vücudundaki açlığı bastırırsan zihnine vurur. Problem dışarı atılmamıştır, içeri itilmiştir. Herhangi bir şeyi bastırırsan köklere iner. O zaman zihin der ki; "Eğer başaramıyorsan yanlış bir şey var, yeterince çabalamıyorsun, daha çok çabala."

Bunun için de bir yöntem bulmuş; onlardan kaçıp kurtulacakmış.

Zihnin iki seçeneği vardır: Kaçmak ya da savaşmak. Ne zaman bir sorun çıksa zihin ya kaçmanı ya da savaşmanı söyler. Ve ikisi de yanlıştır. Eğer savaşırsan sorunla baş başa kalırsın. Eğer savaşırsan sorun daima orada kalacaktır. Savaşırsan bölünürsün; çünkü sorun dışarıda değil, içerde.

Mesela; eğer öfke varsa ve sen savaşırsan ne olur? Varlığının yarısı öfkelidir ve yarısı da savaş halindedir. Kim kazanabilir? Sadece boşuna enerji harcarsın. Kimse kazanamaz. Şimdi öfkeni bastırdığına inandırabilirsin kendini ama öfkenin üstünde oturmaktasındır. Ve sürekli orda oturmaya devam etmen gerekir; tek bir an bile tatile çıkamazsın. Bir an bile dalıp gitsen bütün zaferin kaybolur.

O yüzden, bir şeyleri bastıran insanlar sürekli o bastırdıkları şeyin üstünde otururlar. Sürekli korkarak. Dinlenemezler. Dinlenmek niye bu kadar zor oldu? Niye uyuyamıyorsun? Niye kendini bırakamıyorsun? Çünkü çok şey bastırıyorsun. Eğer gevşersen hepsinin açığa çıkacağından korkuyorsun. Dindar geçinen insanlar hiç dinlenemez, gergindirler; gerginliğin sebebi de budur. O bastırıyor ve sen gevşe diyorsun. Biliyor ki gevşerse düşman ortaya çıkacak. Zihin der ki, ya savaş – savaşmak da bastırmaktır – ya da kaç. Ama nereye kaçacaksın? Himalayalara da gitsen, öfken seninle gelir; o senin gölgen. Seks seninle gelir, o senin gölgen. Nereye gidersen git gölgen seninle gelir.

Bunun için de bir yöntem bulmuş; onlardan kaçıp kurtulacakmış. Ayağa kalkıp tabana kuvvet koşmaya başlamış. Ama ayağını her yere vuruşunda, yerde bir adım daha oluyormuş ve gölgesi de hiç zorlanmadan onu takip etmekteymiş.

Şaşırmıştı. Çok hızlı koşuyordu ama gölge için bir zorluk yoktu. Gölge kolaylıkla takip ediyordu; terlemiyordu bile, nefesi bile hızlı değildi. Gölge açısından bir zorluk yoktu; çünkü gölgenin maddeselliği yoktur, bir gölgenin kişiliği yoktur. Adam belki de terliyordu, nefes almakta zorluk çekmiş olabilir, ancak gölge hep bir adım gerisindeydi. Gölge seni bu şekilde terk edemez. Ne savaşmak ne de sıvışmak işe yaramaz. Nereye gideceksin? Nereye gidersen git kendini de götüreceksin ve gölgen de orada olacak.

Adam da yeterince hızlı koşmadığı için başaramadığına karar vermiş ve daha hızlı koşmaya başlamış, hiç durmadan koşmuş, koşmuş, en sonunda ölüp yere yığılmış.

Zihnin mantığını anlamak gerekir. Eğer anlamazsan onun kurbanı olursun. Zihnin kısır bir mantığı vardır; kısır bir döngüdür bu, daireseldir. Onu dinlersen, her adımın seni bu daireye daha çok sokar. Bu adam tamamen mantıklı. Hiçbir kusur bulamazsın mantığında. Aksayan bir şey yok, Aristo kadar mantıklı bir adam. Diyor ki; eğer gölge onu izliyorsa, demek ki yeterince hızlı koşamıyor. Daha hızlı, daha hızlı koşmalı; o zaman gölgenin de onu izlemeyi başaramayacağı bir nokta gelecektir. Ama bu gölge senin gölgen; başka birisi değil seni izleyen. Eğer olsaydı, mantık da doğru olurdu.

Eğer bu adamı başkası izleseydi o zaman tamamen haklı olurdu. Yeterince hızlı koşmuyordu, o yüzden de diğeri ona yetişiyordu. Ama adam yanılıyordu ve başka biri yoktu. Zihin hiçbir işe yaramıyordu.

Başkaları için zihin, kendin için meditasyon. Başkaları için zihin, kendin için zihinsizlik; Chuang Tzu'nun, Zen'in, Sufi'lerin, Hasid'lerin, bütün bilenlerin; Buda'nın, İsa'nın, Muhammed'in bütün vurguladıkları buydu. Başkası için zihni, kendin için zihinsizliği kullanmayı vurgulamışlardı.

Bu adamın başı dertte çünkü zihni kendisi için kullandı. Ve zihnin kendine göre bir kalıbı var: "Daha hızlı, daha hızlı! Yeterince hızlanırsan bu gölge seni izleyemez!"

Adam da yeterince hızlı koşmadığı için başaramadığına karar vermiş.

Başarısızlık zaten koşmakta olduğu için var. Ama zihin bunu söyleyemez, zihne daha önce bu verilmemiş. O bir bilgisayar; onu doldurman gerekir, onun mekanizması budur. Sana yeni bir şey veremez; daha önce neyle doldurduysan sana onu verebilir. Sana yeni bir şey veremez; sadece ödünç aldıklarını verebilir. Ve eğer onu dinlemeye bağımlı olduysan, kendine döndüğün her durumda başın derde girer. Kaynağa doğru yöneldiğin zaman, bu dönüşüm olduğunda zorluk çekersin. O zaman zihin yararsızdır; sadece yararsız değil, engeldir de; zararlıdır. O yüzden bırak onu.

Nasrettin Hoca'nın oğlu bir gün okuldan eve gelmiş. Elinde seksoloji konusunda bir kitap varmış. Annesi bundan fena halde rahatsız olmuş ama Nasrettin Hoca'nın eve gelmesini beklemiş. Bir şey yapılması gerekiyormuş, bu okul da fazla ileri gitmiş! Nasrettin Hoca gelince karısı kitabı ona göstermiş.

Nasrettin oğlunu bulmak için üst kata çıkmış. Onu odasında hizmetçi kızı öperken bulmuş. Nasrettin bunun üzerine demiş ki, "Oğlum, ev ödevini bitirdiğin zaman aşağıya gel."

Bu mantıklı! Mantığın kendi adımları vardır ve her adımı bir diğeri izler, bunun sonu yoktur. Gölgesinden korkan adam zihnini izledi, o yüzden de daha hızlı, daha hızlı koştu, hiç durmadı ve sonunda düşüp öldü. Durmadan, daha hızlı, daha hızlı... o zaman bunun sonu ancak ölüm olur.

Hayatın henüz sana gelmediğini hiç fark ettin mi? Fark ettin mi öylesi bir hayatın tek bir anının bile henüz sana gelmediğini? Chuang Tzu'nun ya da Buda'nın bahsettiği mutluluğu tek bir an bile yaşamadın. Ne olacak sana peki? Sana ölümden başka hiçbir şey olmayacak. Ve ölüme ne kadar yaklaşırsan, o kadar hızlı koşuyorsun çünkü daha hızlı koşarsan ondan kaçacağını düşünüyorsun.

Bu hızla nereye gidiyorsun? İnsan ve insan zihni her zaman hıza düşkün oldu; sanki bir yere gidiyormuşuz da hıza ihtiyaç varmış gibi. O yüzden giderek hızlanıyoruz. Nereye gidiyorsun? Hızlı da gitsen, yavaş da gitsen sonunda ölüme varacaksın. Ve herkes doğru anda varır, tek bir an bile kaybetmeden. Herkes tam vaktinde varır, kimse geç kalmaz. Bazı insanların ölüme vaktinden önce vardıklarını duydum, ama geç kalanını duymadım. Bazıları doktorlar yüzünden vaktinden önce varıyor...

Adam da yeterince hızlı koşmadığı için başaramadığına karar vermiş ve daha hızlı koşmaya başlamış, hiç durmadan koşmuş, koşmuş, en sonunda ölüp yere yığılmış. Bir gölgelikte dursa gölgesinin kaybolacağı; öylece orada otursa adımlarının da olmayacağı hiç aklına gelmemiş.

Çok kolaydı, en kolayı! Güneşin olmadığı bir gölgeliğe geçersen, gölge kaybolur çünkü gölgeyi güneş yaratır. Güneş ışınlarının yokluğudur o. Bir ağacın gölgeliğinde olsan gölgen de olmaz.

Bir gölgelikte dursa gölgesinin kaybolacağı, öylece orada otursa adımlarının da olmayacağı hiç aklına gelmemiş.

O gölgeliğe sessizlik denir, içsel huzur denir. Sakın zihni dinleme. Gölgeliğe geç, güneş ışınlarının giremeyeceği içsel huzura.

Kenarda duruyorsun, bütün sorun bu. Dış dünyanın ışığındasın, o yüzden gölge oluşuyor. Gözlerini kapadığın anda güneş orda olmaz. O yüzden bütün meditasyonlar kapalı gözle yapılır; kendi gölgeliğine giriyorsun. İçerde güneş de yok, gölge de. Dışarıda toplum var, her türden gölge var. Öfkenin, cinselliğinin, hırsının toplumun birer parçası olduğunu hiç fark ettin mi? Eğer içeri girer ve toplumu dışarıda bırakırsan öfke nerede kalır? Seks? Ama unutma; başlangıçta, gözlerini kapadığın zaman, onlar gerçekten kapanmaz. Dışarıdan görüntüler taşırsın içeriye ve aynı toplumun yansımasını bulursun. Ama içeri girmeye, girmeye, girmeye devam edersen eninde sonunda toplum dışarıda kalır. Sen içerdesindir, toplum dışarıda; çeperden merkeze geçtin.

Bu merkezde sessizlik var: Öfke de yok, öfkesizlik de; seks de yok, yalnızlık da; hırs da yok, hırssızlık da; çünkü hepsi dışarıda. Unutma, zıt kutuplar da dışarıda; eğer içerdeysen, o da değilsin, bu da. Sadece bir varlıksın, saf olarak. Tanrı gibi olmak derken bundan bahsediyorum; içinde zıt kutupların dolaşmadığı, savaşmadığı ya da kaçmadığı saf bir varlık. Sadece, varlık. Gölgeliğe geçtin.

Bir gölgelikte dursa gölgesinin kaybolacağı, öylece orada otursa adımlarının da olmayacağı hiç aklına gelmemiş.

Eğer oturup hareketsiz dursaydı başka adımı da olmazdı.

O kadar kolaydı. Ama kolay olan zihin için zordur çünkü zihin kaçmayı ya da savaşmayı daha kolay bulur. Çünkü o zaman yapacak bir şey vardır. Eğer zihne "Hiçbir şey yapma" dersen bu en zor şeydir. Zihin sorar: "En azından bana bir mantra ver ki gözler kapalıyken om, om...ram, ram diyebileyim. Yapacak bir şey ver; hiçbir şey yapmadan nasıl durabiliriz, bir şeyin peşinde koşmadan, kovalamadan?"

Zihin harekettir ve varlık kesin hareketsizliktir. Zihin koşar, varlık oturur. Çeper hareket eder, merkez hareket etmez. Bir çemberi izle; çember döner ama bütün çemberin etrafında döndüğü merkez durmaktadır; kesinlikle durmakta, hareketsiz. Senin varlığın sonsuzluk içinde durağandır ve etrafın sürekli hareket halindedir. Sufi dervişlerinin dönüşünde, dönme meditasyonunda, semahta bu durum hatırlanmalıdır. Bunu yaptığın zaman vücudunun çeper olmasına izin ver. Beden hareket ediyor ve sen sonsuzluk içinde hareketsizsin. Bir çember ol. Beden çember oldu, çeper oldu ve sen merkezsin. Biraz zaman geçince fark edeceksin ki beden giderek hızlanıyor ama sen içerde hiç hareket etmediğini hissedebiliyorsun. Ve beden ne kadar hızlı dönerse o kadar iyi çünkü kontrast oluşuyor. Aniden beden ve sen ayrısınız.

Ama sen sürekli bedenle birlikte hareket ediyorsun, o yüzden de ayrılık yok. Git ve otur. Sadece hiçbir şey yapmadan oturmak yeterli. Sadece gözlerini kapa ve otur ve otur ve otur ve her şeyin hareketsizleşmesine izin ver. Biraz zaman alacak çünkü hayatlar boyunca hep hareketli oldun. Her türden rahatsızlığı yaratmaya çalıştın. Zaman alacak; ama sadece zaman. Hiçbir şey yapmana gerek yok; sadece bak ve otur, bak ve otur... Zen insanları buna Zazen der. Zazen, sadece oturmak demektir, hiçbir şey yapmadan.

Chuang Tzu bunu söylüyor:

Bir gölgelikte dursa gölgesinin kaybolacağı, öylece orada otursa adımlarının da olmayacağı hiç aklına gelmemiş.

Savaşmaya gerek yoktu, kaçmaya gerek yoktu. Gereken tek şey gölgeliğe geçmek ve hareketsiz oturmaktı.

Ve bütün yaşam boyunca yapılacak şey de budur. Hiçbir şeyle savaşma, hiçbir şeyden de kaçma. İzin ver, her şey kendi yolunda gitsin. Sen sadece gözlerini kapa ve hiçbir güneş ışınının giremediği merkeze geç. Gölge yok; aslında tanrıların gölgesiz olması mitinin anlamı da bu. Bir yerlerde gölgesi olmayan tanrılar yok, ama senin içindeki Tanrı gölgesiz çünkü dışarısı oraya giremez. Giremez, orası her zaman gölgeliktir.

Chuang Tzu o gölgeye Tao der, en içindeki özün; tamamen, mutlak biçimde en içindeki.

O zaman ne yapmalı? Birincisi zihni dinleme. O dışarısı için genel bir araçtır ama içerisi için kesin bir engeldir. Mantık başka insanlar için iyidir, kendin için değil. Şeylerle uğraşırken mantık ve şüpheye ihtiyacın var. Bilim şüpheye dayanır, dindarlık güvene. Sadece otur, içindeki doğanın işi devralacağına derin bir şekilde güvenerek. Her zaman işi devralır. Sadece beklemen yeterli, sadece sabra ihtiyaç var. Zihnin ne derse desin onu dinleme.

Dış dünya için zihni dinle, içerisi için dinleme. Basitçe kenara koy. Onunla savaşmaya gerek yok çünkü savaşırsan seni etkileyebilir. Sadece kenara koy. İnanç budur. İnanç zihinle savaşmak değildir; eğer savaşırsan düşmanından etkilenirsin. Ve unutma, dostlar bile düşmanlar kadar etkili değildir. Biriyle sürekli savaşırsan ondan etkilenirsin çünkü savaşmak için onunla aynı teknikleri kullanırsın. Düşmanlar eninde sonunda birbirlerine benzerler. Düşmana karşı ilgisiz ve mesafeli olmak çok zordur, düşman seni etkiler.

Zihinle savaşanlardan büyük felsefeciler çıkar. Zihinsizlikten bahsedebilirler ama söyledikleri her şey zihinden gelmektedir. "Zihne karşı ol" diyebilirler ama söyledikleri her şey zihinden gelmektedir, düşmanlıkları bile. Düşmanınla birlikte kalman gerekir ve düşmanlar yavaş yavaş anlaşıp benzeşir.

Daima hatırla: Zihinle savaşma. Yoksa onun şartlarına boyun eğersin. Zihni ikna etmek istiyorsan tartışmak zorundasındır ve bütün mesele budur. Zihni ikna etmek istiyorsan kelimeler kullanmak zorunda kalırsın ve bütün sorun budur. Sadece kenara koy. Bu kenara koyma hareketi zihne karşı değildir, zihnin ötesindedir. Basitçe kenara koymaktır. Tıpkı dışarıdayken ayakkabılarını kullanman ve içeri girince bir kenara kaldırman gibi; hiçbir savaş yok. Ayakkabılarına "Şimdi içeri giriyorum, o yüzden sana ihtiyacım yok ve seni kenara kaldırıyorum" demezsin. Sadece kenara koyarsın onlara ihtiyaç yoktur.

İşte aynen böyle – kolay olan doğrudur – savaş yoktur. Kolay olan doğrudur; çaba ve çelişki yoktur. Sadece zihni kenara koy, içindeki gölgeliğe gir ve otur. O zaman hiçbir adım duyulmaz, hiçbir gölge seni izlemez. Tanrı gibi olursun. Ve ancak zaten olduğun şey olman mümkündür. O yüzden, söylüyorum, Tanrı gibisin, Tanrısın. Daha azına razı olma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder