KENDİNE İNCİNEBİLİR OLMA İZNİ VER

Lao Tzu diyor ki:

Bir insan, doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür; öldüğünde, sert ve bükülmez. Bitkiler canlıyken yumuşak ve esnektir; öldüklerinde sert ve kuru. Bu yüzden sertlik ve bükülmezlik, ölümün yoldaşlarıdır, yumuşaklık ve narinlik hayatın yoldaşları.

Bu yüzden; bir ordu sertleşince savaşı kaybeder. Bir ağaç sertleşince kesilir. Büyük ve güçlüler aşağıya aittir. Narin ve güçsüzler yukarıya.

Hayat bir nehirdir, bir akıştır, başlangıcı ve sonu olmayan bir sürekliliktir. Bir yere gitmez, her zaman oradadır. Bir yerden başka bir yere gitmiyor, daima buradan buraya geliyor. Hayat için tek zaman şimdi ve tek yer burası. Varma çabası yok varılacak bir şey yok. Ele geçirme çabası yok. Koruma çabası yok, çünkü kendisinden sakınılacak bir şey yok. Sadece hayat var; tek başına, tamamen tek başına; tek başınalığında güzel, tek başınalığında ihtişamlı.

Hayatı iki türlü yaşayabilirsin: Onunla akabilirsin; o zaman sen de ihtişamlısın; bir zarafetin var, şiddetsizliğin zarafeti; kavgan yok, mücadelen yok. O zaman güzelsin; çocuksu, çiçeksi, yumuşak, narin, çürümemiş. Eğer hayatla akıyorsan dindarsın. Lao Tzu için ya da benim için dindarlığın anlamı bu.

Sıradan anlamıyla din hayatla ya da Tanrı'yla bir mücadeledir. Sıradan anlamıyla dinde, Tanrı hedeftir, hayat da reddedilmesi ve savaşılması gereken bir şeydir. Hayatın feda edilmesi, Tanrı'nın da elde edilmesi gerekir. Bu sıradan anlamıyla din, din değildir. Sıradan anlamıyla bu din, sadece sıradan, şiddet dolu, saldırgan zihnin parçasıdır.

Hayatın ötesinde Tanrı yoktur; hayat Tanrı'dır. Hayatı reddedersen, Tanrı'yı reddedersin; hayatı feda edersen, Tanrı'yı feda edersin. Bütün fedakârlıklarda sadece Tanrı feda edilir. George Gurdjieff'in söylediği gibi paradoksal gibi görünüyor ama gerçek – bütün dinler Tanrı'ya karşıdır. Eğer hayat Tanrı'ysa, o zaman inkâr etmek, reddetmek, feda etmek, Tanrı'ya karşı gelmektir. Ama görünüşe göre Gurdjieff, Lao Tzu'yu tanımıyordu. Ya da Lao Tzu'yu tanısaydı bile aynı şeyi söylerdi, çünkü Lao Tzu alışılmış anlamda dindar değildi. O bir din adamı, teolog, vaiz, felsefeci olmaktan çok; bir şair, bir müzisyen, bir sanatçı, bir yaratıcıydı. O kadar sıradandı ki, dindar olduğunu bile düşünmezdin. Ama aslında dindar olmak o kadar olağandışı bir şekilde sıradan olmaktır ki; parça bütüne karşı değildir, parça bütünle birlikte akar. Dindar olmak akıştan ayrı olmamaktır.

Dindar olmamak; kendi zihnini kazanma, elde etme, bir yere varma mücadelesine adamaktır. Bir hedefin varsa dindar değilsindir. Yarını düşünüyorsan dini kaçırdın demektir. Dinde yarın yoktur. O yüzden İsa der ki, "Yarını düşünme. Tarladaki çiçeklere bak, onlar şimdi açıyor." Var olan her şey şimdi var. Canlı olan her şey şimdi canlı. Şimdi tek zaman, tek sonsuzluk.

İki olasılık var. Birincisinde, hayatla mücadele edebilirsin, hayata karşı özel hedeflerin olabilir. Ve bütün hedefler özeldir, bütün hedefler kişiseldir. Hayata kendi kalıbını, sana ait bir şeyi dayatmaya çalışıyorsun. Hayatı seni izlemesi için sürüklemeye çalışıyorsun ve sen sadece küçük bir parçasın, minik, küçücük ve bütün evreni kendinle sürüklemeye çalışıyorsun. Elbette yenilgin kaçınılmaz. Zarafetini kaybetmen, sertleşmen kaçınılmaz.

Mücadele sertlik yaratır. Savaşı şöyle bir düşün, o bile gizli bir sertlik getirir sana. Direnmeyi düşün, çevrende bir kabuk oluşur, seni bir koza gibi sarar. Belirli bir hedefin olması fikrinin kendisi seni bir ada yapar; artık dev hayat kıtasının parçası değilsin. Ve hayattan ayrı düştüğün zaman topraktan ayrı düşen bir ağaç gibisin. Geçmişte aldığı besinle biraz daha yaşayabilir ama aslında ölmektedir. Ağacın köklere ihtiyacı var, toprakta olmaya ihtiyacı var, onunla birleşmeye, onun parçası olmaya.

Hayat kıtasıyla birleşmeye ihtiyacın var, parçası olmaya, içine kök salmaya. Hayatın içine kök saldığın zaman yumuşaksındır çünkü korkmazsın. Korku sertlik yaratır. Korku güvenlik fikrini yaratır, kendini koruma fikrini yaratır. Ve hiçbir şey korku kadar öldürücü değildir; çünkü sadece korku fikriyle bile topraktan ayrılırsın, köklerin ayrılır.

O zaman geçmişte yaşarsın; o yüzden geçmişi bu kadar çok düşünüyorsun. Bu bir tesadüf değil. Zihin sürekli ya geçmişi ya da geleceği düşünür. Geçmişi niye bu kadar çok düşünüyorsun? Giden gitti! Geri getirilemez. Geçmiş öldü! Niye geçmişi düşünüyorsun; artık olmayan ve değiştiremeyeceğin şeyi? Onu yaşayamazsın, içinde olamazsın ama o şu anı öldürebilir. Ama bunun derine kök salmış bir sebebi olmalı. Derindeki sebep şu ki, bütünle savaş halindesin. Bütünle savaşırken, yaşam nehriyle savaşırken, köklerin havada. Küçük, kapsül gibi bir parça oldun, kendi üzerine kapandın. Ayrıldın, genişleyen devasa evrenin bir parçası değilsin artık. Hayır, artık onun parçası değilsin. Geçmişten kalan besininle cimrilik içinde yaşamak zorundasın, o yüzden zihnin geçmişi düşünmeye devam ediyor.

Ve bir şekilde savaşa hazır olmak için kendini toparlamak zorundasın; o yüzden sürekli geleceği düşünüyorsun. Gelecek sana umut veriyor, geçmiş sana besin veriyor ve ikisinin ortasında sonsuzluk var; hayatın ta kendisi ve onu kaçırıyorsun.

Geçmişle geleceğin ortasında ölüyorsun, yaşamıyorsun.

Var olmanın bir yolu daha var; aslında tek yolu bu çünkü savaşma yolu, var olma yolu değil. Diğer yol nehirle birlikte akmak, onunla öylesine birlikte akmak ki, artık ayrı olduğunu ve onunla aktığını hissetmemek. Hayır, onun parçası olmak; sadece parçası olmak da değil, içine gömülmek; artık nehir oldun ayrılık yok. Savaşmadığın zaman hayat olursun. Savaşmadığın zaman büyüdün, sonsuzluk oldun. Doğuda bu durum; teslimiyet, güven olarak bilinir; shraddha dediğimiz şey, hayata güvenmek. Kendi bireysel zihnine değil, bütüne güvenmek. Parçaya değil bütüne güvenmek. Zihne değil varoluşa güvenmek. Teslim olduğun zaman bir anda yumuşarsın; çünkü sert olmaya ihtiyaç kalmaz. Savaşmıyorsun, düşmanlık yok. Korumaya gerek yok, güvenli olma arzusu yok, zaten hayatla birsin.

Ve hayat zaten güvenli! Sadece bireysel egolar güvensiz; onların korunmaya ihtiyacı var, güvenliğe ihtiyacı var, zırh giymeye ihtiyacı var. Korku içindeler, sürekli titreme halinde; bu durumda nasıl yaşanır? Çaresizlik ve endişeyle yaşanır; yaşanamaz. Bütün neşe kaybolur; burada olmanın saf neşesi ve gerçekten saf neşe bu. Sebebi yok; sadece öyle çünkü sen varsın, içinden yükseliyor bu çünkü sen varsın. Sen bir kere açıldın mı, hayatla akmaya başladın mı, içinden hiç sebepsiz sürekli neşe yükselir! Hissetmeye başlarsın ki, var olmak, mutlu olmaktır.

Bu yüzden Hindular buna en yüce satchitananda derler; gerçek, bilinçlilik, mutluluk. Başka bir var olma biçimi yok. Eğer kendini kötü hissediyorsan, bu sadece varlığınla temasını yitirdiğinin göstergesidir. Kötü hissetmenin anlamı, topraktaki köklerinin bir şekilde kopmuş olmasıdır; nehirden ayrılmış olmandır; donmuş bir kalıp oldun, bir buz küpü, nehirde akıyorsun ama onunla birlikte değilsin. Savaşıyorsun, hatta ters yönde akmaya çalışıyorsun; ego her zaman ters yöne akmaya çalışır çünkü ne zaman bir zorluk çıksa, ego kendini iyi hisseder. Ego her zaman mücadele arar. Savaşacak birini bulamayınca, kendini çok kötü hissedersin. Savaşmak için birine ihtiyaç vardır. Savaştayken iyi hissedersin, varsındır. Ama bu hastalıklı, nevrotik bir var olma biçimidir. Nehirle savaşmak nevrozdur. Savaşırsan sertleşirsin. Savaşırsan kendini ölü bir duvarla çevrelersin. Elbette, kendi varlığın ölüdür. Yumuşaklığı, akışkanlığı, zarafeti, narinliği kaybedersin. O zaman sadece sürüklenirsin, canlı değilsin.

Lao Tzu teslim olma taraftarı. Diyor ki, "Hayata teslim ol. Hayatın seni götürmesine izin ver, hayatı götürmeye çalışma. Hayatı kontrol etmeye, yönlendirmeye çalışma; bırak hayat seni yönlendirsin, kontrol etsin. Bırak hayat seni ele geçirsin. Sadece teslim ol, 'Ben yokum' de. Hayata tam güç ver ve onunla ol."

Bu kolay değil, çünkü ego der ki "O zaman ben neyim? Teslim olunca ben artık yokum." Ama ego olmadığında, aslında ilk defa olarak, sen varsın. İlk defa olarak sen sınırlı değilsin, sınırsızsın. İlk defa olarak sen beden değilsin, bedensizsin, sonsuzluksun, o da sürekli genişliyor; başlangıcı ve sonu olmaksızın.

Ama ego bunu bilmez. Ego korkar. "Ne yapıyorsun, kendini kaybediyorsun" der, "Kaybolacaksın, bir hiç olacaksın." Egoyu dinlersen, ego seni tekrar tekrar nevrotik yola geri götürür, "birisi" olma yoluna. Ve ne kadar "birisi" olursan senden o kadar hayat kaybolur. Dünyada başarılı olan insanlara bak, "birisi" olanlara, "Kim Kimdir?" kitabında ismi olanlara. Bak onlara, izle onları. Sahte bir hayatları olduğunu göreceksin. Onlar sadece maske, içlerinde bir şey yok, boş insanlar; doldurulmuş olabilirler ama canlı değiller. Boşlar.

Dünyada başarılı olmuş, "birisi" olmuş insanları izle – başkanları, başbakanları, çok zenginleri – dünyada elde edilebilecek her şeyi elde etmiş insanları. İzle onları, dokun onlara, bak onlara; ölümü hissedeceksin. Atan bir yürek bulamazsın orda. Belki kalp hâlâ atıyordur ama atışı mekaniktir. Atıştaki şiir kaybolmuştur. Sana bakarlar ama gözleri donuktur; canlı olmanın ışıltısı yoktur orda. Elini sıkarlar ama ellerinden bir şey aktığını hissetmezsin, herhangi bir enerji akımı hissetmezsin, seni karşılayan bir sıcaklık bulamazsın. Ölü bir el; orada ağırlık vardır, sevgi yoktur. Çevrelerine bak; cehennemde yaşarlar. Başarmışlar, birileri olmuşlar ve şimdi çevrelerinde sadece cehennem var. Eğer birisi olmaya çalışıyorsan, aynı yolun yolcususun.

Lao Tzu diyor ki, hiç kimse ol, o zaman sonsuz hayat senin içinden akar. "Birisi" olmak hayatın akışına engel yaratır. Hiç kimse olmak; dev bir boşluk, her şeye izin verir. O zaman bulutlar, yıldızlar senin içinden geçebilir. Ve hiçbir şey bozamaz bunu. Ve kaybedecek hiçbir şeyin yoktur çünkü kaybedilebilecek her şeyi zaten sen teslim ettin.

Böyle bir var oluş durumunda insan daima gençtir. Beden elbette yaşlanır ama varlığın en derinindeki öz genç kalır, taze kalır. Asla yaşlanmaz, asla ölmez. Ve Lao Tzu diyor ki, gerçekten dindar olmanın yolu budur. Tao'yla yüz, Tao'yla ak, özel hedefler ve sonuçlar yaratma. Bütün daha iyisini bilir; sen sadece onunlasın. Bütün seni yarattı, bütün senin içinde nefes alıyor, bütün senin içinde yaşıyor. Niye zahmet ediyorsun? Sorumluluğun bütünde olmasına izin ver. Sen sadece onun götürdüğü yere git. Odaklanıp plan yapmaya çalışma ve belli hedefleri isteme; çünkü o zaman hayal kırıklığı olur, sertleşirsin, canlı olma fırsatını kaçırırsın.

Ve esas nokta da bu: Hayata izin verirsen daha çok hayatın olur. Kendine canlı olma izni verirsen daha da çok hayatın olur. İsa der ki, "Bana gel, sana bolluğun, sonsuz hayatın yolunu göstereyim; sel gibi akan, taşan hayatın." Ama biz dilenci gibi yaşıyoruz. İmparatorlar gibi olabilirdik, başka hiç kimse sorumlu değil bundan. Bu sefaletin bütün sebebi, kendin olma konusundaki kurnazlığın, egoya sarılman.

Şimdi sutralar:

Bir insan doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür.

Yeni doğmuş küçük bir bebeği izle. Etrafında bir kabuk yoktur. İncinebilir, açık, yumuşaktır; saf yaşamdır bu. Çok uzun sürmeyecek, kısa zamanda çevresinde kişilikler büyümeye başlayacak, kafeslenecek; toplum, aile, okul, üniversite tarafından hapsedilecek; kısa zamanda hayat uzak bir olgu haline gelecek. Bir mahkum haline gelecek. İçinde bir yerde yaşam atmaya devam edecek ama kendisi bile onu duymaz olacak.

Ama bir bebek doğduğunda izle onu. Mucize tekrar tekrar oluyor. Hayat sana tekrar tekrar yolu göstermeye devam ediyor, nasıl olunacağını; hayat sana tekrar tekrar hayatın her gün yenilendiğini söylüyor. Yaşlı insanlar ölüyor, yeni küçük bebekler doğuyor. Bunun anlamı ne? Çok açık ki, hayat yaşlılığa inanmıyor. Aslında, hayat ekonomistler tarafından yönetilseydi bu durum ekonomiye aykırı görünürdü, savurganlık gibi görünürdü. Yaşlı bir adam – eğitimli, hayat ve dünya konusunda deneyimli – tam hazır olduğu zaman, tam bilge olduğuna karar verdiği zaman ölüm o adamı alıyor ve o adamı bilgisiz, birikimsiz, tümüyle taze küçük bir bebekle değiştiriyor. Bir tabula rasa; her şey baştan yazılmalı. Ekonomistlere sorarsanız onlar bunun aptalca olduğunu söyler! Tanrı önce ekonomistlere danışmalı. Nedir bu yaptığı? Bu savurganlık, tam bir savurganlık! Seksen yaşında eğitimli bir adam ölüyor ve eğitilmemiş bir bebek onun yerine geliyor. Bunun tam tersi olmalı; ancak o zaman ekonomik olur.

Ama hayat ekonomiye inanmaz. Ve inanmaması da çok iyi, yoksa dünya dev bir mezarlık haline gelirdi. O hayata inanır, ekonomiye değil. Eski insanları yenileriyle, ölüleri gençlerle, sert insanları yumuşak insanlarla değiştirmeye devam eder. İşaret edilen şey açık: Hayat yumuşaklığı sever; çünkü hayat yumuşak bir varlığın içinden kolayca akar.

Bir insan doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür.

Lao Tzu şu konuda da ısrarcı: Hayat güçlü olmaya inanmaz. Güçsüzlüğün kendi güzelliği var çünkü narin ve yumuşak. Bir fırtına kopar; büyük, güçlü ağaçlar devrilir. Küçük bitkiler sadece eğilir; sonra fırtına geçer, yine gülüp çiçek açmaya devam ederler. Aslında fırtına onları tazelemiş, tozlarını almıştır, o kadar. Şimdi daha canlılar, daha genç, daha taze ve fırtına onları güzelce yıkamıştır. Ama yaşlı ağaçlar, çok güçlü olanlar devrildi, çünkü onlar direndi. Eğilemezlerdi; çok egoisttiler.

Lao Tzu diyor ki, "Hayat güçsüzleri sever." İsa da "Güçsüzler kutsanmıştır çünkü yeryüzü onların olacak. Fakir olanlar kutsanmıştır. Gözyaşı dökenler kutsanmıştır çünkü onlar teskin edilecek" derken bunu demek isti yor. Hıristiyanlık İsa'nın sözlerini anlamamaya devam ediyor; çünkü onun sözleri, Lao Tzu'nun dilinde Lao Tzu'yla ilgi kurulmadığı sürece, doğru yorumlanamazlar. İsa'nın bütün öğretisi "Canlı ol güçsüz ol" dur. O yüzden biri sana tokat vurduğu zaman öbür yanağını çevir der. Biri paltonu aldığında gömleğini de ver. Biri seni onunla bir mil yürümeye zorladığında, iki mil yürü. O der ki "Güçsüz ol. Güçsüz olanlar kutsanır."

Güçsüzlükte kutsanmış olan ne var? Aslında genellikle, dünyanın sözde liderleri, öğretmenleri "Güçlü ol" derler durmadan. Ve bu Lao Tzu'yla, bu İsa diyor ki, "Güçsüz ol." Güçsüzlüğün içinde bir şey vardır; sert değildir o. Güçlü olmak için insanın sert olması gerekir. Sert olmak için insanın hayata karşı olması gerekir. Güçlü olmak istiyorsan akıntıyla savaşmalısın; ancak o zaman güçlenirsin. Güçlü olmanın başka yolu yoktur. Güçlü olmak istiyorsan akıntının ters yönüne git. Nehir seni ne kadar zorlarsa, o kadar güçlenirsin. Güçsüz olmak için nehirle birlikte ak; onun gittiği yere git. Eğer nehir "Benimle bir mil git." derse, iki mil git. Nehir paltonu alırsa, gömleğini de ver. Nehir sana bir tokat vurursa, öbür yanağını çevir.

Güçsüzlüğün kendi güzelliği var. Bu, zarafetin güzelliği. Bu, şiddetsizliğin, ahimsa'nın güzelliği. Bu, sevginin, bağışlayıcılığın güzelliği. Çelişkisizliğin güzelliği. Ve eğer Lao Tzu anlaşılmazsa, insanlık Lao Tzu'yu hissetmeye başlamazsa, insanlık barış içinde yaşayamaz.

Sana güçlü olman öğretilirse savaşman kaçınılmazdır, savaşlar devam eder. Dünyanın bütün politik liderleri barışı sevdiklerini söyler dururlar ve durmadan savaşa hazırlanırlar. Barışın yanında olduklarını söylerler ve silahlanma devam eder. Barıştan bahsedip savaşa hazırlanırlar ve hepsi de diğerinden korktuğu için savaşa hazırlandığını söyler. Diğeri de aynı şeyi söylüyor! Her şey çok aptalca ve saçma görünüyor. Çin, Hindistan'dan korkuyor; Hindistan Çin'den. Niye göremiyorsun? Rusya Amerika'dan, Amerika Rusya'dan korkuyor. İkisi de barıştan bahsediyor ve savaşa hazırlanmaya devam ediyor. Ve elbette, neye hazırlanıyorsan o olur.

Barış hakkında söylenenlerin hepsi çöplük. Barış hakkındaki söylevlerin hepsi soğuk savaş. Aslında politikacıların hazırlık için zamana ihtiyacı var; o arada barış hakkında konuşuyorlar ki hazırlık için yeterince zaman olsun. Yüzyıllardır insanlık sadece iki dönem yaşadı: Savaş dönemi ve savaşa hazırlık dönemi. Yaşanan iki dönem bu. Tarihin tamamı baştan sona nevrotik.

Elbette böyle olacak; çünkü güç yüceltiliyor, ego yüceltiliyor. Eğer sokakta iki yabancı kavga ediyorsa, biri daha güçlü, diğeri güçsüzse; güçsüz yerdeyse, güçlü onun tepesine oturmuşsa kimi takdir edersin? Ele geçireni mi takdir edersin? O zaman sen de şiddet dolusun, o zaman savaşın yanındasın. O zaman savaş yanlısısın; çok tehlikeli ve nevrotiksin. Yoksa güçsüz olanı mı takdir edersin? Ama kimse güçsüzleri takdir etmez; kimse güçsüzlerle bir ilgisi olsun istemez; çünkü derinlerde sen de güçlü olmak istersin.

Güçlüyü takdir ettiğin zaman dersin ki, "Evet, bu benim idealim; ben de onun gibi olmak istiyorum." Eğer güç yüceltilirse, şiddet de yüceltilir. Güç yüceltilirse, ölüm de yüceltilir; çünkü güç öldürür. Diğerini de öldürür, seni de. Güç hem katil, hem de intihara sürükleyendir.

Güçsüzlük; kelimenin kendisi bile aşağılayıcı gelir. Ama güçsüzlük nedir? Bir çiçek güçsüzdür. Çiçeğin yanındaki taş çok güçlüdür. Taş gibi mi, çiçek gibi mi olmak istersin? Çiçek güçsüzdür, unutma, çok güçsüz; küçük bir rüzgâr ve çiçek gider. Yaprakları toprağa düşer. Çiçek bir mucizedir, çiçeğin varoluşu mucizedir. O kadar güçsüz, o kadar yumuşak! Mümkün değilmiş gibi görünüyor, nasıl mümkün olabilir? Taşlar sağlam görünüyor; var olabilirler, var olmak için bir aritmetikleri var. Ama bir çiçek? Hiç desteği yok gibi görünüyor; ama yine de çiçek var oluyor; mucize bu.

Çiçek gibi olmak ister misin? Eğer sorarsan, derinlerde egon der ki, "Taş gibi ol." Israr etsen bile – ne de olsa taş çirkin görünür – o zaman ego der ki; "İlle de çiçek olmak istiyorsan, en azından plastik çiçek ol. En azından güçlü ol! Rüzgârlar sana dokunamaz, yağmurlar yok edemez ve sonsuza kadar kalabilirsin." Gerçek bir çiçek sabah gelir, bir an güler, kokusunu saçar ve gider. Gerçek olmayan bir çiçek, plastik bir çiçek sonsuza kadar kalabilir. Ama gerçek değildir ve gerçek olmadığı için güçlüdür. Gerçeklik yumuşak ve güçsüzdür. Ve gerçeklik ne kadar yüksekse o kadar yumuşaktır.

Tanrı'yı anlayamıyorsun çünkü zihnin taşların mantığını anlıyor. Çiçeğin mantığını anlamıyorsun. Zihnin matematiği anlayabiliyor. Çiçeği hissedecek estetik duyun yok. Sadece şiirsel bir zihin Tanrı'nın olabilirliğini anlayabilir; çünkü Tanrı, en güçsüz ve en yumuşaktır. O yüzden o en yüksek, en yüce çiçektir. Çiçeklenir ama kısacık bir anda çiçeklenir. O kısacık an, "şimdi" olarak bilinir. Ve o kadar küçük bir andır ki bu dikkatinin çok yoğun olması gerekir. Ancak o zaman onu görebilirsin; yoksa onu kaçırırsın. O sürekli çiçeklenir; her an çiçeklenir ama göremiyorsun çünkü zihnin geçmiş ve gelecekle dolu. Ve şimdi, öylesine dar bir olgu ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. İşte o dar anda, Tanrı çiçeklenir.

O en yüksek, en yüce. Ama çok güçsüz, çok yumuşak; öyle olmak zorunda. O, zirve; ötesinde hiçbir şeyin var olmadığı son kreşendo. Ancak yumuşaklığın ve güçsüzlüğün mantığını anladığın zaman Tanrı'yı anlayabilirsin. Güçlü olmaya çalışıyorsan – fatihler, savaşçılar, kavgacılar gibi – o zaman taşlarla çevrili bir dünyada yaşarsın, çiçeklerle değil ve o zaman Tanrı çok uzak bir olgudur. Hayatın herhangi bir yerinde Tanrı'yı görmen mümkün olmaz.

Bir insan, doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür; öldüğünde sert ve bükülmez.

İşte senin hayatın böyle olmalı: Yumuşak, narin ve güçsüz kal; sert ve bükülmez olmaya çalışma, çünkü böyle yaparsan ölümünü gitgide yakınlaştırırsın. Ölüm bir gün gelecek; önemli olan bu değil. Asıl korku ölüm değil; asıl sorun ölüm değil. Ama ölü gibi bir kişilikle canlı kalıyorsan asıl sorun bu. Ölümün kendisi çok yumuşaktır; hayattan da yumuşak, çok nazik. Hayatın sesini duyabilirsin ama ölümün sesini duyamazsın. Ölüm geldiğinde öyle yumuşaktır ki gelmeden bir saniye önce bile geldiğini anlamazsın. Ve öyle güçsüz, öyle naziktir ki; ölüm sorun değildir. Şu anda yaşadığın ölüm; sorun bu. Sorun, ölümden önceki ölüm; ölü bir hayat yaşamak, sorun bu. Sert, kapalı. Leibniz buna bir isim vermiş. Ona monad diyor. Monad; tamamen kapalı, penceresiz bir hücre demek. Monad; 'monopol', 'manastır', 'monk' ve 'monogami'yle aynı kökten geliyor; tamamen yalnız olmak anlamına geliyor. Monk, yani keşiş, yalnız yaşayan insan demek; manastır da insanların yalnız yaşadıkları yer. Tamamen kapandığın zaman, kapalı bir hücrede, manastırdasın. Kendinle baş başa bir mağarada yaşıyorsun, başkalarına ulaşamıyorsun, başkaları da sana ulaşamıyor. Tamamen kapalısın.

İşte kaskatı ölüm bu. O zaman sefilsin demektir, o zaman sefil olmamanın yollarını bulmaya çalışırsın. Bükülmez, sert kalarak sefalet yaratmaya devam edersin; ama bir yandan da sefil olmamanın yollarını ararsın. Aslında nasıl sefil olduğun olgusunu anlayacak olursan hemen bırakabilirsin bunu. Sadece yumuşak, akıcı ol.

Çocuk gibi ol ve çocukluğun saflığını, yumuşaklığını koru. Onunla temasını kaybetme ve bir gün, elli yıl önce sen olan çocuğun hâlâ senin içinde yaşadığını görerek şaşıracaksın. Onunla temas kurmayı bilirsen, birden tekrar çocuk olursun.

Çocuk hiç kaybolmaz; çünkü o senin hayatın, hep orda kalır. Çocuk ölünce genç olunmaz, sonra da genç ölünce yaşlanılmaz, hayır. Katmanlar üst üste birikir ama en derindeki öz aynı kalır. Doğumundaki bebek halin, hâlâ senin içinde. Çevresinde çok katman birikti ama o katmanların içine girersen, o çocuk senin içinde birden infilak eder. Bu infilaka ben kendinden geçme derim.

İsa der ki, "Çocuk gibi olmazsan Tanrı'nın krallığına giremezsin." Söylemek istediği bu, benim bahsettiğim de bu. Sert kabuğunun, seni çevreleyen duvarların, o bir sürü katmanın içine girersen, birden içini o çocuk kaplar. Dünyaya tekrar bir çocuğun masum gözleriyle bakarsın. O zaman Tanrı vardır.

Tanrı çok felsefi bir kavram değildir; o, bir çocuğun gözünden görülen haliyle bu dünyadır. Aynı dünya; bu çiçekler, bu ağaçlar, bu gökyüzü ve sen; aynı dünya ona bir çocuğun gözleriyle bakınca birden ilahi bir nitelik kazanır. Sadece saf, yumuşak, narin bir kalbe ihtiyaç vardır. Tanrı kayıp değil, sen kayıpsın. Tanrı başka bir yerde değil, sen başka bir yerdesin.

Bir insan, doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür; öldüğünde sert ve bükülmez. Bitkiler canlıyken yumuşak ve esnektir; öldüklerinde sert ve kuru.

Öğren. Hayat birçok yoldan öğretir. Hayat insana nasıl olması gerektiğinin yolunu gösterir.

Bu yüzden sertlik ve bükülmezlik, ölümün yoldaşlarıdır, yumuşaklık ve narinlik hayatın yoldaşlarıdır.

Daha canlı, çok canlı olmak istiyorsan, hayatın yoldaşlarını ara; yumuşaklığı, narinliği.

İçinde kalabalık yaratan her şey seni sertleştirir. Öylesine yaşa ki, her an geçmiş andan özgürleş. Şu andaki durumun şöyle: Çok odalı büyük bir evin var ve her odada yap-boz bilmeceleri var. Bütün ev yap-boz bilmeceleriyle dolu; masalar, sandalyeler, yataklar, yerler, tavanlar; her yerde yap-boz bilmeceleri ve sen hiçbirini çözememiş durumdasın. Birini çözmeye çalışıyorsun; bunun zor olduğunu hissedip başka birine geçiyorsun. Ama ilki hâlâ kafana takılı. Sadece bu kadar da değil, üstünde çalışmak için bazı parçaları da yanında taşıyorsun. Sonra bir diğerini çözmeye çalışıyorsun ama yapamıyorsun, çünkü kafan bilmece gibi oldu. Sonra başka bir odaya geçiyorsun ve bu şekilde dönüp duruyorsun, daireler çizerek.

Çözülmemiş bilmecelerle dolusun ve yavaş yavaş sinirlerin laçka oluyor. Hayatın tek bir meselesi bile çözülmedi ve etrafın binlerce bilmeceyle dolu. Bunların bedeli var: Seni öldürüyorlar.

Geçmişinden hiçbir şey taşıma; geçmiş gitti. Her an ondan kurtul, ister çözülmüş, ister çözülmemiş olsun. Artık hiçbir şey yapılamaz onunla. Bırak onu ve yanında parça taşıma, çünkü o parçalar şu anda yaşayan yeni problemleri çözmene izin vermez. Bu anı yaşayabildiğin kadar tam yaşa ve birden anlayacaksın ki eğer tam yaşarsan o çözülmüştür. Çözmeye gerek yok. Hayat çözülecek bir problem değil yaşanacak bir gizem. Eğer onu tam yaşarsan, çözülmüştür. Ve sen onun içinden güzel, zengin, varlığının yeni hazineleri açılmış olarak ve hiçbir şey taşımadan çıkarsın. O zaman o tazelikle, tamlıkla, yoğunlukla yeni bir ana geçersin; böylece o diğer an da yaşanır ve çözülür.

Asla çevrende yaşanmamış anlar biriktirme; yoksa sertleşirsin. Ancak geçmişten hiçbir şey taşımadığın zaman yumuşak kalabilirsin. Çocuklar neden bu kadar yumuşaktır? Onların yolu bilgenin yoludur. Bir çocuk öfkelendiğinde, öfkelenir. O anda, Buda'nın öfke hakkında söyledikleri onun umurunda bile değildir. Mahavira'nın öfkeye dair öğrettikleri umurunda değildir: "Öfkelenme." Çocuk gerçekten öfkelenir! O kadar yoğun bir şekilde öfkelenir ki, o yoğunluğun kendisi bir güzellik olur. Gerçekten öfkelenen bir çocuğa bak, bütün beden – bu kadar küçük bir beden, yumuşak, narin – öfkeyle nabız gibi atar; gözler kırmızı, yüz kırmızı; atlar, bağırır, sanki bütün dünyayı parçalayacakmış gibi. Bir enerji patlaması... Ve bir sonraki an, öfkesi gider, oynamaya başlar. Bir de şimdi bak yüzüne; bu yüzün bir an önce o kadar öfkeli olduğuna inanamazsın. Gülücüklerle dolu! Öyle güzel ve mutlu.

İşte hayat böyle yaşanır. Bir an, içinde ol ama öylesine tam olarak içinde ol ki, başka bir ana hiç fazlalık kalmasın. Çocuk öfke anını yaşar; sonra devam eder. Bu dünyada daha iyi bir eğitim olabilecekken çocuklara öfkelenmemeyi öğretiyoruz. Onlara öfkelenmeyi ama onu taşımamayı; tam olarak öfkelenmeyi öğreteceğiz. Öfkenin kendisi kötü değildir. Ama onu taşımak, biriktirmek tehlikelidir. Öfke parlamaları güzeldir; aslında gereklidir onlar, hayata bir kıvam verirler. Hayatı daha tuzlu yaparlar. Yoksa kendini gevşek hissedersin, bir kıvamın olmaz. İyi bir egzersizdir o. Ve insan tam olarak içine girebilir ve tam olarak, çizik almadan içinden çıkarsa yanlış bir tarafı yoktur.

Tam olarak öfkelenebilen bir insan tam olarak mutlu olabilir, tam olarak sevebilir çünkü bu, öfkeli ya da mutlu ya da sevecen olma meselesi değildir. Bütün deneyimlerden öğrendiğin tek şey tam olmaktır. Öfkelenmene izin verilmezse yarım kalırsın. O anı eksik yaşarsın ve kalan parçalar zihninde takılı kalır. O zaman gülümsersin ama gülüşün saf değildir, kirlidir; çünkü içinde öfke asılıdır. Dudakların gülümser ama zehirlidir onlar; öfke hâlâ ordadır, geçmiş gitmemiştir, tam olarak şimdi, burada olmak için özgür değilsindir.

Geçmiş sende bir gölge yarattı. Ve bu böyle devam ediyor. Kafan karışıyor. Hayat bir bulantı haline geliyor. Bu durumda hiçbir şey yaşayamazsın, sevemezsin, dua edemezsin, meditasyon yapamazsın.

İnsanlar bana gelip derler ki; "Meditasyon yaptığım zaman, birden aklıma milyonlarca düşünce geliyor. O düşünceler başka zaman gelmiyor ama meditasyon yaparken geliyor." Bu niye oluyor? Onlar senin tamamlanmamış deneyimlerin. Meditasyon yaparken meşgul değilsin ve onlar da üstüne atlıyor: "Şimdi meşgul değilsin, en azından bizi çöz, tamamla bizi, sonumuzu getir. Hiçbir şey yapmıyorsun; meditasyon bir şey yapmak değil, sadece burada oturmak. Bir şey yap! Bu öfke burada, sona erdir onu. Bu sevgi burada, tamamla onu. Bu arzu burada, bir şey yap!"

Meşgul olduğun zaman o kadar meşgulsün ki; bu şeyler hep çevrende ama asla dikkatinin odağı değiller. O yüzden meditasyon yaparken dikkatini çekmeye çalışıyorlar; "Biz tam değiliz!" Onlar geçmişinin hayaletleri.

Her anı tam yaşa. Ve farkındalıkla yaşa ki geçmiş sana takılı kalmasın. Ve bu zor değil; biraz farkındalığa ihtiyaç var, başka bir şey gerekmiyor. Uykuda yaşama, robot gibi; biraz daha bilinçli ol, o zaman görebilirsin. O zaman bir çocuk gibi yumuşak, yeni filizlenen bir bitki gibi esnek olabilirsin. Ve bu nitelik ölüm anına kadar devam edebilir; esnek kalırsın. Eğer esnek, genç, taze kalırsan; ölüm yine olur ama sana olmaz. Sen hayatı içinde taşıdığın için ölüm olamaz. Ancak zaten ölü olan insanlar ölebilir. Canlı kalmış olan insanlar... onlar ölümün oluşunu izlerler; beden ölür, zihin ölür, ama kendileri değil. Onlar ölümün dışında kalırlar, aşmış olarak.

Bu yüzden, bir ordu sertleşince, savaşı kaybeder.

Lao Tzu saçmalamış gibi görünüyor. Diyor ki, bir ordu sert olduğun zaman savaşı kaybeder ve sen de sanıyorsun ki, sert olduğun zaman kazanırsın.

Ağaç sertleşince, kesilir. Büyük ve güçlüler aşağıya aittir. Narin ve güçsüzler yukarıya.

Kökler serttir, onlar aşağıya aittir. Çiçekler yumuşaktır, onlar yukarıya aittir. Ve toplum için doğru yapı budur: Güçlü insanlar kökte, yumuşak olanlar yukarda. Şairler, ressamlar yukarda olmalı. Azizler, bilgeler en yukarda olmalı. Askerler, politikacılar, iş adamları aşağıda olmalı; yukarda olmamalı. Tüm dünya alt üst vaziyette çünkü sert insanlar yukarda olmaya çalışıyor.

Sanki kökte politikacılar varmış gibi görünüyor ama onlar ağacın tepesi olmaya çalışıyor. Çiçekleri köklere inmeye, yeraltına inmek için zorlamaya çalışıyorlar. Bir zamanlar dünyada daha çok denge vardı. Örneğin Hindistan'da, Brahminler en yükseğe aitti. Onları en yükseğe yerleştirmiştik. Brahminler bilgelerdir, Brahma'yı tanımış olanlardır. Bu bir kast değildir, doğuştan gelen hiçbir şeyle ilgisi yoktur; içte yeniden doğmakla ilgilidir. En yüceyi tanımış olanlar Brahmanlardır. Onlar en yükseğe aitti, onlar çiçeklerdi. Krallar, çok güçlü imparatorlar bile gelip önlerinde eğilmek zorundaydı. Doğru yol buydu; bir kral, ne kadar güçlü ve büyük olursa olsun yine de kraldır. Bu dünyanın adamı hâlâ nevrotiktir, hâlâ hırs ve egonun peşindedir, eğilmesi gerekir.

Günlerden bir gün:

Buda bir şehre gelecektir ve şehrin kralı gidip onu almakta biraz tereddütlüdür. Başbakan, çok yaşlı ve bilge bir adam, krala der ki; "Gitmelisin." Kral cevap verir: "Bence buna gerek yok. O bir dilenci. Bırak o gelsin! Gidip onu krallığımın sınırından almama ne gerek var? Ben bir kralım, o bir dilenci."

Yaşlı başbakan derhal istifasını yazar. Der ki; "İstifamı kabul edin; çünkü eğer siz bu kadar düştüyseniz ben artık burada kalamam. Unutmayın ki siz bir kralsınız ve o krallıkları reddetti. Onun hiçbir şeyi yok. Sizin bir imparatorluğunuz var ve onun hiçbir şeyi yok. O en yükseğe ait. Ve sizin gidip eğilmeniz gerekiyor, yoksa istifamı kabul edersiniz." Kral gitmek zorunda kalır.

Buda'nın önünde eğildiği zaman, Buda ona der ki; "Gerek yoktu. Buraya gelmeye gönülsüz olduğunu duydum. Gerek yoktu; çünkü insan gönülsüz olduğu zaman, gelse bile, gelmez. Ve saygı zorla olmaz. Ya anlıyorsundur ya da anlamıyorsundur. Gerek yoktu. Ben seni görmeye kendim gelecektim. Ve ben bir dilenciyim... sen bir imparatorsun."

O anda kral gözyaşı dökmeye başlar. Meseleyi anlamıştır.

Doğuda, Brahmanlar en yüksekteydi. Toplumu yapılandırmanın doğru yolu budur. Bu zamanda bütün dünyada politikacılar en yükseğe çıktı. O yüzden sefalet ve kaos var; böyle olmak zorunda. Yukarısı çok ağırlaştı. Sadece çiçekler olmalı orda: bilgeler, şairler, mistikler. Politikacılar değil.

Büyük ve güçlüler aşağıya aittir. Narin ve güçsüzler yukarıya.

Lao Tzu diyor ki, eğer yukarıya ait olmak istiyorsan narin ve güçsüz ol. Çok narin ve güçsüz ol, çimenler gibi; büyük ağaçlar gibi güçlü değil.

Lao Tzu işe yaramaz olan her şeye derin bir ilgi duyuyor. Ona göre işe yaramaz olmak korunmaktır. İşe yarar olmak tehlikelidir; çünkü eğer işe yararsan birileri seni kullanır, sömürülürsün. Eğer güçlüysen orduya katılmaya zorlanırsın.

Lao Tzu öğrencileriyle birlikte bir şehirden geçmektedir ve kambur bir adam görür. Öğrencilerine der ki, "Şu kambura gidin, ne hissettiğini sorun; bu şehirde sorunlar yaşandığını duydum. Kral bütün genç ve güçlü adamları orduya katılmaya zorluyormuş."

Kambura gidip sorarlar. Kambur der ki, "Mutluyum! Kamburum yüzünden beni zorlamadılar. Ben işe yaramazın tekiyim. Bu sayede kurtuldum." Öğrenciler geri dönüp bunu anlatır. Lao Tzu der ki, "Bunu hatırlayın. İşe yaramaz olun. Yoksa savaşta yem olursunuz."

Başka bir gün, bir ormanın içinden geçerken dev bir ağaca rastlarlar; bin tane öküz arabasının altında dinlenebileceği kadar büyüktür ağaç. O sırada bütün orman kesilmektedir, binlerce oduncu çalışmaktadır. Lao Tzu der ki, "Ne olduğunu sorun; bu büyük ağacı niye kesmemişler?"

Öğrenciler gidip sorar. Oduncu der ki, "O ağaç hiç işe yaramaz. Dalları düz değil, eşya yapılmaz onlardan; yaktığın zaman da o kadar duman çıkarır ki ısınmak için kullanamazsın. Yaprakları da çok acıdır, hayvanlara yediremezsin. O yüzden işe yaramaz. O yüzden kesmedik."

Lao Tzu gülmeye başlar ve öğrencilerine der ki "Şu ağaç gibi olun, işe yaramaz olun. O zaman kimse sizi kesemez. Şu ağaca bakın bir kere, sırf işe yaramaz olmakla ne kadar büyüdüğünü görün!"

Hayata iki türlü bakılabilir. Ona faydacı gözle bakabilirsin: Bir şey, başka bir şey için kullanılmalıdır; o zaman hayat bir araç olur ve bir sonuca ulaşılmalıdır. Ya da hayatı bir keyif olarak görebilirsin, alet olarak değil ve bu an her şeydir, hedef yoktur, amaç yoktur.

Geçenlerde bir şiir okudum. Bir satırı beni derinden etkiledi. "Bir şiir anlam taşımamalıdır; olmalıdır." Bunu sevdim. Hayat anlam taşımamalıdır; hayat, olmalıdır! Kendiliğinden bir sonuç, hiçbir yere gitmeyen... şimdi, buranın keyfini çıkaran, kutlayan. Sadece o zaman yumuşak olabilirsin. Eğer işe yarar olmaya çalışırsan sertleşirsin. Bir şey ele geçirmeye çalışırsan sertleşirsin. Savaşmaya çalışırsan sertleşirsin. Yumuşak ve narin ol. Ve hayatın akışının seni gittiği yere götürmesine izin ver. Bütünün hedefinin senin de hedefin olmasına izin ver. Özel bir hedef arama. Sadece bir parça ol; o zaman, sonsuz bir güzellik ve zarafet olur.

Hissetmeye çalış bu söylediğimi. Anlama meselesi değil bu; zihinsel kapasite meselesi değil. Hisset bunu, söylediğimi. Özümse bunu, söylediğimi. Seninle orda olmasına izin ver. Varlığının derinine yerleşmesine izin ver: Hayat anlam taşımamalı; hayat, olmalı. O zaman birden yumuşarsın. Bütün sertlik gider, kaybolur, erir. Bebek yeniden keşfedilir; yeniden çocuk oldun, çocukluğun o şeffaf gözleri yine senin. Bakarsın, yeşillikler tamamen farklıdır. Kuşların şarkıları tamamen farklıdır. O zaman bütünün tümüyle başka bir önemi vardır. Anlamı yoktur, önemi vardır. Anlam, fayda ile ilgilidir; önem, mutlulukla.

Mutlu ol ve yumuşayacaksın. Nehirle ak. Nehir ol.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder